Plastik atık belası

Bu yazı, İktisat Nedir? | Bülten'in 24 Mayıs 2021 tarihli sayısında Hayatın İçindeki İktisat bölümünde yayınlanmıştı. Bülten'in diğer sayılarına ulaşmak ve abonelik için Bülten'in ana sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Bu haftaki sorumuz şu: Türkiye neden Avrupa ve İngiltere’den plastik atık ithal ediyor? Ya da şöyle soralım, Türkiye henüz kendi ürettiği çöp ile baş edemez durumdayken, neden dünyanın çöpünü ithal ediyor? Bunun iktisadi bir mantığı var mıdır? Varsa, iktisadi mantık her zaman Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yararını gözetir mi?

Önce bazı bilgiler ve konuyla ilgili haberler:

  • Biyolojik Çeşitlilik Merkezi’ne (Center for Biological Diversity) göre mevcut eğilimler devam ederse 2050 yılında denizlerdeki plastik miktarı balık miktarından daha fazla olacakmış. Fazla konuşulmasa da plastik atıklar, dünyanın önemli problemlerinden biri. Plastik atıklar sadece deniz canlılarını olumsuz etkilemiyor, bizi de olumsuz etkiliyor. Mesela, deniz ve okyanusların ve dolayısıyla deniz canlılarının sağlığının insan sağlığı ile yakından ilişkili olduğu biliniyor. Plastik kullanımı evlerimizdeki mikroplastik miktarını arttırıyor ve bu sağlığımız için tehlikeli, çünkü farkında olmadan mikroplastik soluyoruz (evi daha sık temizlemek için bir neden daha). Örneklerin sayısı çoğaltılabilir.
  • Geçen hafta haberlerde görmüşsünüzdür, Türkiye son yıllarda bir plastik atık cenneti haline geldi. Konuyla ilgili BBC Türkçe haberine göre bunda Çin’in 2017 yılında atık ithalatını yasaklamasının ve Türkiye’nin plastik atık ithalatını desteklemesinin önemli bir rolü varmış. Habere göre Türkiye, dünyanın en çok plastik atık ithal eden ülkelerinden biri haline gelmiş. BBC haberini okumanızı tavsiye ederim. Konuyu etraflıca ele alıyor.
  • Yine BBC Türkçe’deki diğer habere göre Greenpeace’in iddiası şu: “İngiltere’deki plastik atıkların yaklaşık yüzde 40’ı Türkiye’ye ihraç edildi ve yasa dışı yollarla toplanıp yakıldı”. Aynı konudaki The Guardian haberini de okumak isteyebilirsiniz. Ya da okumaya üşeniyorsanız, geçen sene DW’nin yaptığı haberi izleyebilirsiniz.
  • Greenpeace’in uluslararası istatistikleri derlediği yazısındaki önemli bazı bilgiler şöyle: “Türkiye, 2020 yılında Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere’den toplam 659,960 ton plastik atık ithal” etmiş. Plastik atık ithalatı, 2019’dan 2020’ye yüzde 13, 2004’ten 2020’ye ise 196 kat artmış. “Türkiye 2020 yılında da Avrupa’dan en çok plastik atık alan ülke” olmuş. “Türkiye, Avrupa plastik atık ihracatının yüzde %28’ini” karşılamış. “Türkiye’ye 2020 yılında en çok plastik atık gönderen ilk beş ülke” şunlarmış: İngiltere, Belçika, Almanya, Hollanda, Slovenya.
  • Bu bilgiler dikkatinizi çektiyse, daha önemli bir bilgi paylaşayım. WWF’nin 2019 tarihli çalışmasına göre Türkiye, Akdeniz’deki plastik çöp atığının önemli bir kısmından sorumlu. Kirliliğe en çok katkı yapan ülke Mısır, ikinci sırada ise Türkiye var. Aşağıdaki grafik durumu özetliyor. Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki plastik kirliliği de çok yüksek. Kirlilikte birinci olsa da, yalnız değil. Avrupa’daki bazı diğer turistik kıyıların da plastik kirliliği karnesi iyi değil.
Kaynak: WWF
  • BBC Türkçe’nin 21 Mayıs tarihli haberine göre, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, çevre örgütü Greenpeace’in araştırmasının ardından günlük hayatta sıklıkla kullanılan etilen polimer grubundaki plastik ambalaj türü atıkların ithalatını” yasaklamış.
  • Tabii bu sorunun bittiği anlamına gelmiyor çünkü haberlerden anladığımız kadarıyla bu işler illa ki hukuki yollardan yürütülmüyor. Mesela Interpol, geçen sene, plastik atıklarla ilgili suçlardaki artış ile ilgili bir uyarı yayınlamış (Konuyla ilgili WFF haberi). Hollandalı ve Belçikalı gazeteciler, illegal ithal edilen atıkların Antwerp limanında tespit edilmeden hedef ülkelere ulaşabildiğini göstermiş. Haberlere göre, ABD gelişmekte olan ülkelere yasal olmayan bir şekilde plastik atık gönderiyormuş (1, 2).

Atık iktisadı

“High-income countries produce the most waste per capita, while low income countries produce the least solid waste per capita.” Hoornweg & Perinaz (2012)

Dünyadaki plastik atıkların büyük bir kısmından gelişmiş ülkeler sorumlu. Dünya atık ihracatının çoğunu bu ülkeler gerçekleştiriyor. Gelişmekte olan ülkeler ise atık üretimine çok daha az katkı yapmalarına rağmen, gelişmiş ülkelerin atıklarını alıyorlar. Gelişmiş ülkelerin atık yönetimi pratikleriyle gelişmekte olan ülkelerinki arasında da büyük farklar var. Mesela, düşük gelirli ülkelerde atık üretiminin azaltılmasına dair bir çaba yokken, yüksek gelirli ülkeler atığı azaltmak, yeniden kullanmak ve geri dönüştürmek için özel çaba sarf ediyorlar. Orta gelirli ülkeler de iki arada bir derede takılıyor. Az sonra göreceğimiz gibi, bir ülkenin atık yönetimi ile atık ithalatı arasında ilişki var. (Dünya Bankası’nın “What a Waste : A Global Review of Solid Waste Management” (2012) başlıklı raporunun 5. sayfasında düşük, orta ve yüksek gelirli ülkelerin atık yönetimi pratikleri arasındaki farklılıklar özetleniyor. Bakmak isteyebilirsiniz.)

Şimdi bu işin iktisadi mantığını anlamaya çalışalım. Konu bayağı çetrefilli. Elimden geldiğince basitleştirmeye çalışacağım.

Görece düşük gelirli ülkeler neden atık ithal ediyor? Bunun cevabı basit: çünkü başka ülkelerin atıklarını alarak para kazanıyorlar. Yani, bu ülkelerdeki firmalar atık ithal ederek para kazanıyor. Buna ek olarak, aldıkları atıkların bir kısmını geri dönüştürerek (mesela atık plastikten iplik üreterek) üretim yapıyorlar. Yani, atık alıp üretim yaparak da para kazanıyorlar. Ayrıca, bazı ülkeler, geri dönüşüm için atık ithalatını teşvik ediyor. Mesela, atık ithalatını kolaylaştırıyor veya geri dönüşüm yapan firmalara destek veriyor. Bu ülkeler, aldıkları atığın tamamını geri dönüştürse çevresel sorunlar ortaya çıkmayabilir. Ama maalesef böyle olmuyor. Görece düşük gelirli ülkelerde atık yönetimi pratikleri yeterince gelişmediği ve düzenleme ve denetimler de yeterli olmadığı için atıkların hepsi geri dönüştürülmüyor. Bazı firmalar geri dönüşüm yapmak yerine, aldıkları atıkları yakmayı, bir yerlere atmayı veya denize dökmeyi atıkları geri dönüştürmekten daha kârlı buluyorlar. Bu olduğu ölçüde de daha zengin ülkelerin çöp merkezi haline gelebiliyorlar.

Görece zengin ülkeler neden atık ihraç etmek için para harcıyorlar? Güzel soru ama belki şöyle sormak lazım: zengin ülkelerdeki firmalar neden atık ihraç etmek için para harcıyorlar? Bu soru daha zor. Cevabı, “çünkü zenginler!” diyerek geçiştiremeyiz. Firmaların kâr amacı güttüğünü düşünürsek, bu maliyete katlanmalarının nedenini açıklamamız gerekiyor. Plastik atıklar, tüketici ürünlerinin üretimi ile bağlantılı olarak ortaya çıkıyor. Bir negatif dışsallık olarak düşünebiliriz. Bir tarafta, bireyler tükettikleri ürünlerden fayda elde ediyorlar. Diğer tarafta ise çevre konusundaki tercihlerine bağlı olarak, daha temiz bir çevre ve daha iyi yaşam koşullarından (yani atıkların yokluğundan) fayda elde ediyorlar. Firmalar, tüketiciler için üretim yaparak kârlarını maksimize etmeye çalışıyorlar. Eğer faaliyet gösterdikleri ülkede atıklarla ilgili bir maliyetle (mesela atık vergisi veya atıkların geri dönüştürülmesi ile ilgili başka bir düzenleme ile) karşılaşmıyorlarsa, atık üretimini önemsemiyorlar. Yasalar ve düzenlemeler atık üretmenin maliyetini arttırdıkça, firmalar da kâr maksimizasyonu yapmaya çalışırken bu maliyeti dikkate almaya başlıyorlar. Bir ülkede atık üretmenin veya atıklardan kurtulmanın maliyeti arttıkça, atığı başka ülkeye gönderme müşevviği de artıyor. Mesela, A ülkesinde bir birim atıktan kurtulmak 100 TL olsun. Aynı atığı B ülkesine göndermek ve B ülkesindeki firmalara ödeme yaparak atıktan kurtulmak 50 TL olsun. Böyle bir durum, A ülkesindeki firmaları B ülkesine atık göndermeye teşvik edecektir. Yani, sorumuzun cevabı şu: evet atık ihraç etmek için bir maliyete katlanıyorlar ama bu maliyet kendi ülkelerinde karşı karşıya kaldıkları maliyetten düşük.

Atık ticaretiyle ilgili kısıtlayıcı düzenlemelere rağmen atık ticareti nasıl devam ediyor? Atık ticaretini kısıtlayan ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve anlaşmalar (misal, Basel Convention) atık ticaretini zorlaştırıyor; atık ticaretinin maliyetini arttırıyor. Ne var ki, eğer atık ticaretinden elde edilecek gelir yeterince fazlaysa ve uluslararası ve ulusal denetimler yeterince sıkı değilse, atık ticaretinin illegal yollardan yapılmasına engel olan bir şey yok demektir. Yani, müşevvikler ve denetim eksiklikleri (ve denetimin zorluğu), illegal atık ticaretini de açıklıyor.

Dünya atık ticaretinin belirleyicileri neler? Evet bildiniz, her şey yine (az önce anlattığım gibi) müşevviklerle ilgili 🙂 ama sadece müşevviklerle ilgili değil. Dahası var. Atık ticaretini açıklayabilmek için tüketici tercihlerini ve kurumsal yapıyı–özellikle de demokratik kurumların varlığını, hukukun üstünlüğünü– dikkate almamız gerekiyor. Dünya atık ticaretinin belirleyicileri neler? Bir çalışma, üç şeyin önemli olduğunu söylüyor: (1) ülkeler arası gelir farklılıkları, (2) çevre yasalarındaki farklılıklar ve (3) organize suç aktivitesinin varlığı (Kallenberg 2015). Biz üçüncüsüne ‘hukukun üstünlüğü’ diyelim. Yani, atıklar zenginden fakire, çevreye duyarlıdan çevreye duyarsıza ve hukukun üstünlüğünün olduğu ülkelerden görece az olduğu ülkelere doğru hareket ediyor. Şimdi bunun iktisadi mantığını anlamaya çalışalım.

Vatandaşın çevreye verdiği önemin önemi!

En basit haliyle bile iktisadi mantık bize şunu söylüyor: eğer tüketiciler, yani bir ülkenin vatandaşları, güzel ve temiz bir çevreye önem veriyorsa, o zaman o ülkede atık üretmenin (ve atıkları o ülkede tutmanın) maliyeti de yükseliyor. Vatandaşın çevreye ne kadar duyarlı olacağının ülkenin gelişmişlik düzeyi ile ilgili olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Az gelişmiş bir ülkede vatandaşın derdi, evine ekmek götürmek. Gelişmiş bir ülkede ise vatandaşların karın doyurmak gibi bir dertleri yok. Daha güzel ve temiz bir çevre istemek gibi “lüks”lere sahipler. Tercihlerdeki bu farklılıklar atık üretmenin ve atıktan kurtulmanın maliyetini etkiliyor.

Demokrasi, hukuk ve atık!

Etkiliyor ama nasıl? Bu etkiyi ortaya çıkarabilecek pek çok mekanizma var. Mesela, demokratik bir ülkede siyasetçiler, vatandaşların çevreye duyarlılıklarını dikkate alan yasa ve düzenlemer yapmayı tercih edecektir. Bu da atık üreten firmaların o ülke içindeki maliyetlerini arttıracaktır. Eğer bunun tersi bir durum varsa, yani vatandaş çevreye duyarlı değilse, o zaman atık üretmenin veya atıkları denize dökmenin maliyeti de göreli olarak daha düşük olacaktır. Söz konusu ülke yeterince demokratik değilse ve dolayısıyla vatandaşların çevreyle ilgili tercihlerini takmıyorsa da benzer bir sonuç ortaya çıkabilir. Aynı şekilde hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkeyle hukukun kafaya pek takılmadığı bir ülkeyi kıyaslarsak, (diğer şeyler aynıyken) hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede firmaların atıklarla ilgili maliyetlerinin daha yüksek olacağını söyleyebiliriz. Sonuçta A ülkesinde denize çöp döken firmanın faaliyetine son verilirken, B ülkesinde bu firma “ay pardon” deyip işine devam edebiliyorsa, B ülkesinde atık üretmek daha az maliyetli olacaktır. Atıklar, A ülkesinden B ülkesine akacaktır.

Özetle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklar dikkate alındığında, plastik atıkların neden gelişmiş ülkelerden görece az gelişmiş ülkelere doğru aktığını anlamak zor değil.

Katı İktisadi Mantık

Peki, atık ticareti iyi bir şey mi? Bu sorunun cevabı bakış açınıza göre değişecektir. Eğer her şey kusursuz işliyor olsa ve tüm ithal edilen atıklar geri dönüşüm ile ekonomiye kazandırılsa, o zaman atık ticaretine itiraz etmek de güçleşirdi. Ne var ki, sistem kusursuz işlemediği için ithal edilen atıklar kısa dönemde görece düşük gelirli ülkelerin doğasına ve insanına uzun dönemde de dünyaya zarar veriyor. Çözümün çöpleri dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşımak değil, atık üretimini azaltmak olduğu açık. Neyse, biz bu derin tartışmayı bir kenara bırakıp, konuya katı bir iktisadi mantıkla bakıldığında ne görüleceğini tartışalım.

Konuya, sadece dar ve katı iktisadi mantık penceresinden bakanlar atık ticaretinin iyi bir şey olduğunu söyleyebilir. Mesela diyebilirler ki, gelişmekte olan ülkeler atık ithal ederek gelirlerini arttırma ve gelişmiş ülkeleri yakalama şansı elde ediyorlar. Bu ülkelerin vatandaşları (henüz) temiz bir çevreyi tercih etmedikleri için ve gelişmiş ülke vatandaşları temiz bir çevreyi daha çok tercih ettikleri için, atık ticareti daha çok kişinin mutlu olmasına neden olacaktır.

Saçma mı geldi? O zaman gelin, Dünya Bankası eski baş ekonomistlerinden Lawrence Summers’ın imzası ile Dünya Bankası içinde paylaşılan bir yazıda ne dendiğine bakalım. (Ben yazıyı hızlı ve kaba bir şekilde–bazen özetleyerek–çevirdim. Anlaşılmayan yer varsa yazının İngilizce orijinaline bakabilirsiniz.)

“TARİH: Aralık 12, 1991

“Kirli” Sektörler: Aramızda kalsın, Dünya Bankası, kirli endüstrilerin En Az Gelişmiş Ülkelere (EAGÜ’lere) taşınmasını teşvik etmemeli mi? Üç neden aklıma geliyor:

1) Sağlığı bozan kirliliğin maliyeti, artan hastalık ve ölümler nedeniyle kaybedilen kazançlara bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, sağlığı bozan bir kirlilik, maliyetin en düşük olduğu, en düşük maaşlı ülkede yapılmalıdır. Bence, ücretlerin en düşük olduğu ülkeye zehirli atık atmanın iktisadi mantığı kusursuz ve bu gerçekle yüzleşmeliyiz.

2) İlk başlarda, kirlilik artışı muhtemelen çok düşük maliyetli olduğundan, kirliliğin maliyeti doğrusal olarak artmayacaktır. Her zaman Afrika’daki az nüfuslu ülkelerin büyük ölçüde DÜŞÜK kirliliğe maruz kaldığını, hava kalitesinin Los Angeles veya Mexico City’ye kıyasla büyük olasılıkla verimsiz derecede düşük [kendi hatası, bu mantığa göre “yüksek” demesi lazım] olduğunu düşünmüşümdür. Ticarete konu olmayan endüstriler (ulaşım, elektrik üretimi) tarafından bu kadar çok kirliliğin üretilmesi ve katı atıkların birim nakliye maliyetlerinin çok yüksek olması gibi üzücü olgular, hava kirliliği ve atıkta ticaretin dünya refahını arttırıcı bir şekilde gelişmesini engelliyor.

3) Estetik ve sağlık gerekçelerine dayanan temiz bir çevre talebinin gelir esnekliğini muhtemelen çok yüksektir. Prostrat kanseri olasılığında milyonda bir değişikliğe neden olan bir maddeyle ilgili endişe, insanların prostat kanseri olacak yaşa kadar hayatta kalabildikleri bir ülkede, 5 yaş altı ölüm oranının binde 200 olduğu bir ülkeye kıyasla daha fazla olacaktır. […]

EAGÜ’lerde daha fazla kirlilik üretilmesiyle ilgili tüm bu önerilere karşı geliştirilecek argümanlarla (belirli mallara ilişkin içsel haklar, ahlaki nedenler, sosyal kaygılar, yeterli pazar eksikliği vb. gibi argümanlarla) ilgili sorun, hepsinin tersine çevrilebilir olması ve [Dünya] Banka[sı]’nın liberilizasyon ile ilgili her teklifine karşı az çok etkili bir şekilde kullanılabilir olmasıdır.”

Konuyla ilgili Wikipedia başlığında da anlatıldığı gibi, yazıyı Lant Pritchett yazmış ve Lawrence Summers imzalamış. Pritchett, gelen eleştirilere cevaben, yazının alaycı bir şekilde yazıldığını ve bir şaka olduğunu söylemiş. Summers’ın ABD Senatosu’nda yaptığı açıklamaya (sf. 12) bakarsak, yazı “katı iktisadi mantığı” açıklığa kavuşturmak için yazılmış. Gerçekten de bu not, bu tür tartışmalarda karşımıza çıkan katı iktisadi düşünme biçimini gözler önüne seriyor.

Eğer hayatta tek önemli olan şey dar anlamdaki iktisadi refah olsaydı, bu “şaka”nın mantığından kaçmak oldukça güç olurdu. Ama hayattaki önemli şeyler bireysel refah, toplam refah veya kişi başına milli gelirden ibaret değil. Kişisel tercihlerimizi tatmin etmemiz (dar anlamda iktisadi refahımız) kadar özgürlüğümüz, geniş anlamıyla refahımız, temiz bir çevrede yaşama hakkımız, gelecek nesillere yaşanabilir bir ülke ve dünya bırakma sorumluluğumuz ve bunlar gibi pek çok şey de önemli. Tabii iktisatçılar da bunların önemli olduğunu çok iyi biliyor ama konu politika tasarımına gelince politika yapıcıların bunları unutma eğilimi artıyor. Özellikle kamu otoriteleri, kısa dönemli iktisadi çıkarları ve milli gelir artışını diğer şeylerden daha fazla önemsedikleri için tek bir sektörün çıkarlarını diğer her şeye tercih etme eğiliminde olabiliyorlar.

Neyse ki, onlara neyin önemli olduğunu hatırlatmak mümkün. Yukarıda gördüğümüz gibi bir ülkenin vatandaşları sadece tüketimi değil çevreyi de önemsediğini siyasetçilere hatırlattığı ölçüde, siyasetçilerin bu tercihleri yok saymasının maliyeti artacaktır. İktisadi mantık bize vatandaşın tercihlerinin siyasete yansıyabilmesi için demokratik kurumların ve hukukun üstünlüğünün de önemli olduğunu söylüyor. Alın size kapsayıcı kurumlar talep etmek için bir neden daha!

Özetle, plastik atık ithalatı meselesi sadece plastik atıklardan ve geri dönüşüm endüstrisinin sıkıntılarından ibaret bir tartışma değil. İktisattaki diğer her şey gibi hayatın ta kendisiyle ilişkili.

Not: Summers imzasıyla Dünya Bankası içinde dağıtılan not, iktisat felsefesi derslerinde kullandığım önemli bir kitapta etraflıca tartışılıyor. Kitabın ismi: Economic Analysis, Moral Philosophy, and Public Policy (D. Hausman, M. McPherson ve D. Satz | Cambridge University Press 2017). İktisat ve etik (özellikle refah iktisadı ve etik) arasındaki ilişki ilginizi çekiyorsa okumanızı tavsiye ederim.

Covid-19, kapanma kararları ve iktisat

İktisat Nedir? | Bülten’in 5. sayısında salgın politikası ve iktisat arasındaki ilişkiyi yazmıştım. 26 Nisan’da Türkiye’nin tam kapanmaya gideceği açıklanınca, bültendeki yazıyı bu sayfada da yayınlamaya karar verdim. Belki tam kapanma kararını değerlendirirken işe yarar.

Not: bu yazıda tam kapanma kararı değerlendirilmiyor, sadece iktisadi bir bakış açısı sunuluyor. Bu haftaki bültende bu konuda bir bölüm olacak. İsterseniz bültene getrevue.co/profile/iktisatnedir adresinden abone olabilirsiniz.

Covid-19’un iktisadi etkilerinden ve Covid-19 sonrası iktisadi toparlanmadan çokça bahsediyoruz ama bence hala iktisadi bakış açısını yeterince dikkate almıyoruz. Neden? Açıklamak için yeni çıkan bir kitaptan faydalanacağım. Kitabın ismi “Economics in One Virus: An Introduction to Economic Reasoning through COVID-19“. Yazarı, Ryan A. Bourne. Gelin bu kitabın da yardımıyla, salgına iktisat perspektifinden bakalım.

Salgın ve iktisadi refah

İktisattan alınacak birinci ders şu: salgının bireylerin ve ülkelerin refahına etkisi sadece gelirle ilişkili değildir. Başka şekilde söyleyeyim: iktisadi refahınız sadece bankadaki hesabınız veya ülkenin milli geliri ile ilgili değildir, bundan daha fazlasını içerir. Salgın politikalarını tartışırken bunu dikkate almak lazım.

Salgın döneminde pek çok kişi işsiz kaldı veya gelirini kaybetti. Ama iktisadi bakış açısından bakıldığında bu kişilerin refahındaki azalma sadece bununla sınırlı değil. Salgın sürecinde hemen herkesin tercih kümesi daraldı, yani geliriyle alabilecekleri ve yapabilecekleri şeylerin sayısı azaldı. Buna ek olarak, artık pek çoğumuz eskiden yapmayı tercih ettiğimiz bedava aktiviteleri de yapamıyoruz. Eğer kendinizi salgın öncesine göre daha kötü durumda hissediyorsanız, bir nedeni de bu. Bunu daha iyi anlamak için salgın döneminde gelirini korumuş birini düşünün. Bu kişinin refahını sadece geliriyle ölçersek refahında bir değişiklik olmadığını söylememiz gerekir. Ancak, bu kişi de muhtemelen salgından etkilenen diğer herkes gibi artık eskiden yapmayı tercih ettiği pek çok şeyi yapamıyor. Bu sebeple, geliri aynı kalmış olsa da refahı azalmıştır diyebiliriz.   

İktisatçıların işinin kafa karıştırmak olduğunu biliyorsunuz. Dolayısıyla, yukarıda söylediklerime bir ek yapmam gerekiyor. Aslında her şey bahsettiğim kadar net olmayabilir çünkü yukarıda salgın döneminde tercihlerin aynı kaldığını varsaydım. Bu doğru değilse, yani salgın döneminde tercihleriniz değiştiyse–mesela artık evde kalmayı eskiden yaptığınız şeylere tercih ediyorsanız–refahınız o kadar da azalmamış olabilir (hatta artmış bile olabilir). Önemli nokta şu: iktisada göre, geliriniz veya finansal durumunuz refahınızın tek ölçütü değil. Salgın döneminde kamu politikaları hakkında düşünürken bunu unutmamak lazım.

Buna ek olarak, salgın döneminde refahınızı değiştirecek pek çok şey olmuş olabilir. Covid-19’a yakalanmış olabilirsiniz, ailenizden birini kaybetmiş olabilirsiniz ve dahi salgın döneminde yaptığınız işte envayi çeşit bürokratik engelle karşılaşmış olabilirsiniz. Bunlar refahınızı olumsuz yönde etkileyen şeyler. İnsan odaklı politikaların bunları da dikkate alması gerekiyor.

Aynı şeyi, ülkeler için de söyleyebiliriz. Bir ülkenin refahının artıp artmadığını sadece o ülkenin gelirine, veya gayrı safi yurtiçi hasılasına (GSYH), bakarak ölçmek mümkün değil. Tamam, GSYH genel olarak iyi bir ölçüt ama aynı zamanda kısıtılı da bir ölçüt. Bizim refahımızı arttıran her şeyi ölçmüyor, refahımızı azaltan bazı şeyleri dikkate almıyor. Dolayısıyla, salgının iktisadi etkilerini tartışırken, tartışmayı sadece iktisadi büyüme ile sınırlı tutmak sakıncalı olabilir. Mesela, bir devlet “aman Turizm gelirini kaybetmeyelim” diye salgın önlemlerini gevşetirse, bunun iktisadi büyümeye kısa dönemde olumlu bir etkisi olabilir, ama salgının GSYH ile ölçülmeyen zararları (hastalıklar, ölümler, ailelerin çektiği acılar vb.) nedeniyle ülkedeki insanların refahı azalabilir.

Refahın sadece gelir ile ölçülmediğini bir kenara bıraksak bile, bir ekonomiyi ayakta tutmak için yarım yamalak uygulanan önlemlerin, iktisadi toparlanma açısından çok da etkili olmadığını da söyleyebiliriz. İktisatçılar genellikle iktisadi toparlanmanın ön koşulunun virüsü kontrol altına almak olduğunu söylüyor. Mesela, Çakmaklı, Demiralp ve diğerleri, yazdıkları bir makalede kısmi kapanmaların, normalleşme sürecini uzattığı için iktisadi açıdan daha maliyetli olduğunu gösteriyor. Türkiye açısından düşünürsek, virüsle mücadelede erkenden tam kapanmayı ya da en azından daha kapsamlı önlemleri tercih etmemiş olmamızın bedeli ağır olmuş olabilir. İktisadi toparlanmayı sağlayamadığımız gibi, GSYH ile ölçülemeyen refah kayıplarını da arttırmış olabiliriz.

Dışsallıklar

İktisatçılar insan davranışları ve kamu politikaları hakkında düşünürken dışsallık değimiz kavramı çok kullanırlar. En basit haliyle, dışsallık, bireylerin (veya bir alışverişteki tarafların) eylemlerinin üçüncü kişiler için yarattığı fayda ve zararlar olarak düşünülebilir. Mesela, ben sigara içip sizi duman altında bırakıyorsam (ve verdiğim zararı telafi etmiyorsam), negatif dışsallığa maruz kaldığınızı söyleyebilirsiniz. Covid-19 salgını sürecinde, bu dışsallıklar konusu oldukça önemli hale geldi. Maske ve mesafe gibi önlemlere uymayanları düşünün. Bu kişiler, maske takıp takmamanın kendi kararları olduğunu sanıyor olabilir ama eylemleri sadece onları değil tüm toplumu ilgilendiriyor. Semptom göstermeyenlerin virüsü taşıyabildiği ve yayabildiği de göz önüne alınırsa, tedbirsizce orada burada dolaşarak salgının yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Mesela, bu sorumsuz eylemleri, hiç tanımadıkları birinin annesinin entübe edilmesine neden oluyor olabilir. Onlar, bu zarardan haberdar bile olmadan mışıl mışıl uyurken, başka bir aile onlar yüzünüzden uykusuz geceler geçiriyor olabilir. Alın size negatif dışsallık.

İktisat, bu tür dışsallıklarla nasıl mücadele edileceği ile ilgili devasa bir literatüre sahip ama benim görebildiğim kadarıyla, kamu politikaları maske takmayana ceza kesmek dışında bu tür dışsallıkları kontrol etmek için yeterli bir çabayı göstermiyor. Türkiye’de ve diğer pek çok ülkede insanlar maske takmanın toplumu da ilgilendiren bir konu olduğunu tam anlayabilmiş değil. Kamuoyunun bu dışsallıklar hakkında etkili bir şekilde bilgilendirilmesi bir başlangıç olabilir. Bunun dışında virüs taşıyanların ortalıkta dolaşmasını engellemek için çok daha etkili bir test ve takip sistemine ihtiyaç var mesela. Salgın sürecinde negatif dışsallıkları azaltmanın yollarını hakkında etraflıca düşünmek lazım.

Bu konuyu kafa karıştırmadan bitirirsem olmaz. O sebeple, ekleyeyim: salgın sürecinde pozitif dışsallıklardan da bahsedebiliriz. Birinin dikkatsiz dolaşması veya aşı olmaması nasıl negatif dışsallık yaratıyorsa, kurallara uyması veya aşı olması da pozitif dışsallık yaratıyor. Önemli nokta şu: salgın ile ilgili politikaları düşünürken dışsallıkları daha çok dikkate almamız lazım.

Müşevvikler önemlidir ve Peltzman etkisi

Maske takmayana neden ceza kesiliyor? Çünkü müşevvikler önemlidir! Yetkililer, maske takmamayı cezalandırarak, insanların maske takmasını sağlamaya çalışıyor. Ancak, bu tür politikaların etkili olması için sadece ceza kesmek yeterli değil. Yapılan düzenlemenin insan davranışlarını nasıl değiştireceğini de dikkate almak gerekiyor. İktisatta Peltzman etkisi diye bir kavram var. Kavram, Samuel Peltzman 1975’de yaptığı bir çalışmaya dayanıyor. Basitçe, Peltzan politika yapacıları uyarıyor ve diyor ki, “yaptığınız düzenleme insanların davranışlarını değiştirebilir ve bu sebeple istediğiniz amaca ulaşamayabilirsiniz”. Bunun salgın politikalarıyla ilişkisi ne? Şu: maske takmayı teşvik eden (ve takmamayı cezalandıran) bir politikayı, maske takanların davranışını nasıl etkileyeceğini düşünerek tasarlamak gerekir.

Örneğin, eğer kamu otoritesi maskenin bizleri virüsten koruyacağını söylüyor ama maskenin yüzde yüz koruma sağlamadığını etkili bir şekilde anlatmıyorsa, insanlar maske takınca her şeyi yapabileceklerini düşünüp, virüsün yayılmasını sağlayacak şeyler yapabilirler. Maskeliyiz diye havalandırması iyi olmayan ortamlarda uzun süre vakit geçirebilirler veya mesafe konusuna yeterli özeni göstermeyebilirler. Dolayısıyla, “maske takmayana ceza” düzenlemesi diğer politikalar ile desteklenmiyorsa ve kamu otoritesi açık ve şeffaf davranmıyorsa, düzenleme, istenen sonuçları vermekte etkisiz kalabilir. Bu sebeple, salgın politikalarıyla uğraşanların, iktisatçıları dinlemesi ve yaptıkları düzenlemelerin insan davranışlarını nasıl değiştireceğini dikkate alması gerekir. 

Marjinde düşünememek

İktisatla ilgilenenlerin ilk öğrendiği şeylerden biri marjinde düşünmek, yani her ek birimin fayda ve maliyetini karşılaştırmaktır. Ayran içiyorsunuz diyelim. Birinci bardaktan aldığınız zevk veya fayda ile bunun hemen arkasından içeceğiniz ikinci, üçüncü ve dördüncü bardak ayrandan alacağınız fayda aynı değildir. Genel olarak her ek bardak ayrandan alacağız faydanın azalacağını söyleyebiliriz. Bu sebeple, her ek bardağın size olan maliyeti ile faydasını karşılaştırarak kaç bardak ayran içeceğinize karar vermeniz mantıklı olacaktır. Çok sıcak bir günde belki üç bardak içebilirsiniz ama dördüncü bardağı içmeden önce bir daha düşünmeniz iyi olabilir. İktisatçıların aksine, kamu otoriteleri genelde marjinde düşünmez. Onlar genelde, topyekun karar almayı severler. Mesela, maske takmayı zorunlu tutacaklarsa her yerde maske takmayı zorunlu kılarlar. İktisadi açıdan bakıldığında bu mantıklı değildir. Maske takmayı zorunlu tutup ceza uygulayacaksak, maske takmayı düzenlemesini de ayran içmek gibi düşünmemiz gerekir. Maskeyle ilgili topyekun düzenleme yapmak yerine, maske yasağının uygulanabileceği yerleri ayrı ayrı düşünmek ve her ek yasağın getireceği fayda ve maliyeti karşılaştırmak gerekir. Diyelim ki, düzenleme yapmaya kapalı alanlardan başladık. Kapalı alanlarda maske takmanın faydası açık ve net bir şekilde maske takmanın maliyetinden yüksek. Dolayısıyla, bu düzenlemeyi geçirebiliriz. Diyelim ki maske komisyonu üyelerinden biri dedi ki “arkadaşlar mesafeyi korumanın zor olduğu diğer yerler için de maske zorunluluğu getirelim”. Tamam. Bunu da ayrıca düşünelim, bu düzenlemenin de getireceği fayda maliyetinden yüksek gibi. O zaman uygulayabiliriz. Yine diyelim ki, başka bir komisyon üyesi çıktı ve dedi ki, “park ve bahçelerde açık havada yalnız başına yürüyen herkes maske taksın”. İşte burada, biraz daha dikkatli olmak lazım. virüsün bulaşma riskinin çok düşük olduğu bu tür aktiviteler için maske zorunluğu getirmek ne kadar mantıklı, maske takmanın getireceği fayda ne? Bunları düşünmek lazım. Maske takmak kapalı ortamlarda faydalı diye, açık havada koyun otlatan çobana maske takmıyor diye ceza kesmenin manası pek yok. Çünkü, çobana maske zorunluluğu getirmenin göreli faydası çok düşük. Düşünürseniz, her aktivitenin riski aynı değil. Parkta yalnız başına yürürken veya koşu yaparken maske takmanın faydası çok düşük, hatta nefes almanızı güçleştiriyorsa zararı bile olabilir. Salgın politikalarının topyekun politikalar yerine artık marjinde düşünerek tasarlanmasında fayda var.

Daha genel olarak düşünürsek, her düzenlemenin faydası ve maliyeti var. Maliyet derken sadece paradan bahsetmiyorum, diğer zararları da dahil ediyorum. Mesela, 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı uyguladığınızda, 65 yaş üstündekilerin açık havaya çıkmasının ve yürüyüş yapmasının da önüne geçmiş oluyorsunuz. Bu bir zarar ve sokağa çıkma yasağını topyekün uygularken dikkate alınması gereken bir şey. Politikacılar marjinde düşünüyor olsaydı, toptan sokağa çıkma yasağı uygulamak yerine, sokakta ve açık havada yapılabilecek aktivitelerin risklerine göre bir düzenlemeye giderlerdi; parkta tek başına yürüyen birine maske takmıyor diye ceza kesmez, sokağa çıkma yasağını daha seçici bir şekilde uygularlardı.

Bilgi eksikliği ve iletişim

Şimdiye kadar söylediklerimden çıkan bir sonuç şu: iktisadi bakış açısı bize, müşevvikleri, dışsallıkları, her ek politika maddesinin göreli faydasını ve salgın politikalarının insan davranışlarını nasıl değiştirebileceğini dikkate almamız gerektiğini söylüyor. Müşevvikleri düşünün. İstediğimiz şey şu: insanlar bulaş riski olan aktivitelerden kaçınsınlar ve virüsün yayılmasına katkıda bulunmasınlar. Bunu sağlamak için cezalar dışında bir yöntem var: kamu otoritesinin salgın hakkında doğru ve eksiksiz bilgi vermesi ve şeffaf olması. Neden? Çünkü salgının riskleri iyi anlaşılırsa, insanlar hem kendileri için hem de başkaları için (dışsallıklar) riskli davranışlardan daha çok kaçınırlar.

Covid-19 salgını konusunda doğru ve eksiksiz bilgi, insan davranışlarını etkiliyor çünkü her eylemin fayda ve zaralarını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Düşünürseniz, Sağlık Bakanlığı’nın Covid-19 salgını başlangıcında uzun süre sadece “hasta” verilerini yayınlayıp vaka verilerini gizlemesi ve ilçe ilçe salgın riski haritası yayınlamamış olması, insanların virüsü ne kadar ciddiye aldığını, dolayısıyla da davranışlarını, etkiledi. Yetkililerin doğru ve eksisiz bilgiyi açık ve net bir şekilde açıklaması, yanlış bilgilerin yayılmasını da engelleyebilirdi. Ama ne oldu? Biz uzun süre gerçek vaka sayılarının ne olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Salgının hangi illerde kötüye gittiğini sosyal medyadan öğrenmeye çalıştık. Şimdi yukarıdaki grafiklere bakınca bunu daha iyi görmek mümkün. Kasım ayına kadar ne olduğunu hala tam olarak bilmediğimiz bir “günlük hasta sayısı” verisi ile idare etmişiz. Covid-19 salgınının başlangıcından aylar sonra salgının boyutunu idrak etmişiz. Dahası il ve ilçe bazında veriler uzun süre verilmediği için kimse kendi yaşadığı yerde riskin ne kadar yüksek olduğunu bilememiş. Bunlardan daha kötüsü, verilere olan güvenimiz sarsılmış. Açıklanan veriler mi doğru yoksa Twitter’daki doktor bilmem kimin dedikleri mi doğru diye düşünmeye başlamışız. Güven bir kere kaybolunca yerine koymak çok zor oluyor. Merkez Bankası’ndan biliyoruz.

Tabii, sadece doğru ve eksiksiz bilgi vermek de yeterli değil. Politikaların tutarlı bir şekilde uygulanması da gerekiyor. Bir tarafta sokakta, açık havada maske takmayanlara ceza kesilirken, diğer tarafta iktidar partisinin kapalı alanlarda kalabalık kongreler düzenlemesi vatandaşlara nasıl bir mesaj veriyor? Bu kongrelerde her tedbir alınmış olsa bile (yatay çekim nedeniyle tam bilemiyoruz!), bu kongrelerin vatandaşa verdiği mesajı da düşünmek lazım. Vatandaşa aslında alınan önemlerin o kadar da önemli olmadığı ve bugüne kadar uygulanan yasakların gereksiz olduğu mesajını vermek ne kadar doğru olabilir? Bir de işin eşitlik boyutu var. Kurallar herkes için geçerli değil mi? Tabii bir de negatif dışallıklar var. Sağlık Bakanlığı, negatif dışsallıkları dikkate alsaydı, marjinde düşünüyor olsaydı ve Peltzman etkisini dikkate alsaydı böyle mi davranırdı?

Son olarak, görmüşsünüzdür, geçen hafta salgın kurallarını ihlal eden Norveç Başbakanına para cezası kesildi. Norveç Emniyet müdürü, ceza hakkında, “Halkın sosyal kısıtlamalarla ilgili kurallara olan güvenini muhafaza etmek adına ceza verilmesi doğruydu” dedi. Şimdi bunun bizim memlekette olduğunu bir düşünün. Düşünmeye çalışın. Yahu bir deneyin canım. Peki, peki, düşünemiyorsanız, boş verin. Netice olarak, biraz iktisat, hem kendi davranışlarınızı hem de kamunun salgın politikalarını değerlendirmek için faydalı olabilir.

Not edeyim: “Economics in One Virus“‘ün birinci bölümü iktisadi refah, ikinci bölümü dışsallık, altıncı bölümü marjinde düşünmek ve on ikinci bölümü Pelzman etkisini ele alıyor. Kitapta, iktisadın temel alet kutusu ile salgın ve salgın politikaları hakkında nasıl düşünebileceğimizi gösteren pek çok başka bölüm de var. Kitap, Covid-19 örneğini kullanarak, iktisadın temel kavramlarını anlatıyor. Tüm iktisat öğrencilerine ve meraklılarına öneririm. Kitapta söylenen her şeye (özellikle de bazı politika önerilerine) katılmayabilirsiniz ama salgın ile ilgili her tür sohbet ve tartışmada karşımıza çıkan konular hakkında iktisadi bir bakış açısıyla nasıl düşünebiliriz güzelce anlatıyor.

İkinci El Arabalar, Saksı Çiçeği, Siyaset ve Basın Özgürlüğü

Bazı siyasetçiler neden basın özgürlüğünden hoşlanmaz? Seçimlerde kötünün iyisine oy verip ehven-i şere talim etmek insanlığın kaderi midir? Takdir edersiniz ki zor sorular sordum. Cevaplamak için George Akerlof diye Nobel ödüllü bir iktisatçıdan yardım alacağım.

“Limon” Arabalar ve Asimetrik Malumat

Akerlof, “Market for Lemons” başlıklı makalesinde hepimizin hemen her gün karşılaştığı bir sorundan bahsediyor. Örnek olarak, ikinci el araba piyasasını düşünün. Bu piyasada araç sahiplerinin arabaları hakkında alıcılardan daha fazla malumata sahip olduğunu yani bir malumat asimetrisi olduğunu söyleyebiliriz. Araba kaza yapmış mı? Boya var mı? Yağmur yağınca su alıyor mu? Vb. Arabayı alacak kişi hemen hemen hiçbir zaman satıcının bu sorulara verdiği yanıtların doğruluğundan emin olamaz. Akerlof diyor ki, böyle bir malumat asimetrisi olduğunda alıcılar ikinci el piyasadaki arabalara ortalama bir fiyat ödemek isterler. Örneğin, ederi 10 bin TL olan 2001 model çürük bir Megane Coupe ile ederi 20 bin TL olan bakımlı (emsalsiz!) Megane Coupe arasındaki farkı gerçekten bilemeyecekleri için 2001 Megane Coupe’lara 15 bin TL civarında bir fiyat biçerler. Hal böyle olunca, arabasına çok iyi bakmış olanlar arabalarını ederinden ucuza satmak istemedikleri için ikinci el piyasasına gelmez, arabalarını eş dost aracılığı ile satmaya çalışırlar. Böylece ikinci el piyasadaki arabaların ortalama kalitesi düşer ve bunun böyle olacağını akıl eden alıcılar da 2001 Megane Coupe’lara 15 bin TL’nin de çok olduğunu düşünürler; misal, 13 bin TL’den fazla ödemek istemezler. Dolayısıyla, ederi 13 bin TL üstünde olan Megane Coupe sahipleri de piyasadan çekilir. Bu sürecin sonucunda, ikinci el araba piyasasında sadece Akerlof’un “limonlar” (‘lemons’) dediği, bekleneni vermeyen, kalitesi düşük, kusurlu veya çürük arabalar kalır.

Akerlof’un makalesi bu aşırı basitleştirilmiş haliyle bile bize ikinci el piyasada bakımlı ve sorunsuz araba bulmanın neden zor olduğunu açıklıyor. Neyse ki, bu sorunu çözmenin yolları var. Mesela, sattıkları arabalara garanti veren oto galericilerin ortaya çıkmasını veya kurumsal şirketlerin ikinci el araç da satmaya başlamasını düşünün. Bunlar hep asimetrik malumat sorununu azaltmak için ortaya çıkmış çözümler olarak düşünülebilir. Bu tür çözümlerin özünde, malumat asimetrisini azaltmak ve alıcının satıcının sözüne daha fazla güvenmesini sağlayacak bir garanti sistemi oluşturmak var. Malumat asimetrisi ile baş etmenin bir başka yolu da bir otoritenin, mesela kamu kuruluşlarının, satıcıları denetlemesi, doğru bilgi vermelerini sağlaması veya eksik / yanlış bilgi verenleri cezalandırması olabilir.

“Limon” Siyasetçiler

Satın aldığınız ikinci el arabanın iki ay sonra teklemesi, satın aldığınız saksı çiçeğinin eve geldiğinde çiçeklikten büsbütün istifa etmesi veyahut bin bir vaatle size pazarlanan sigorta poliçesinin hasarınızı karşılamaması, yani aldığınız şeyin beklediğiniz gibi çıkmaması, “limon” olması, hep bu hain asimetrik malumat sorununun bir sonucu. Siyasette de aynı sorun var. Bin bir vaatle bizden oy isteyen siyasetçiler, bu vaatleri gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceklerini bizden daha iyi biliyorlar. İnanıp oy verdiğimiz siyasetçinin “limon” çıkması, yani vaatlerini yerine getirmemesi, çok olağan bir durum. Bütün dünyada bazı siyasetçiler veyahut partiler “limon” çıkabiliyor, hatta daha da fenası yolsuzluk falan bile yapabiliyorlar.

İkinci el araba piyasalarında olduğu gibi siyasetçileri dürüst tutmanın, vaatlerine sadık kalmalarını sağlamanın, yolsuzluk yapmalarını engellemenin yolları var. Bu yollardan biri malumat asimetrisini azaltmak, seçmenlerin siyasetçiler hakkında her türlü bilgiye ulaşmasını kolaylaştırmak. “Limon” siyasetçileri kontrol etmenin ikinci yolu ise, siyasetçileri denetleyen, yolsuzluk yapanları ortaya çıkaran ve cezalandıran bir mekanizma tasarlamak. Özünde her iki çözüm yöntemi de malumat asimetrisinin azaltılmasını gerektiriyor. Malumat asimetrisi azalınca, hem seçmenler hem de siyasetçileri denetleyenler, siyasetçilerin ne yapıp ne ettiğini daha iyi bileceği için siyasetçiler de ayaklarını biraz daha denk almak zorunda kalıyorlar. Çünkü almadıkları durumda ya seçmen bunları sandıkta cezalandırıyor ya da yargı. Çoktan anladığınız gibi, bunların olabilmesi için basın özgürlüğüne ve bağımsız bir yargı sistemine ihtiyaç var.

Tabii “limon” siyasetçiler, tıpkı “limon” araçların sahipleri gibi, malumat asimetrisinin azalmasından hiç hoşlanmazlar. Bu sebeple, “limon” siyasetçiler bir kez oy alıp iktidara geldiklerinde, malumat asimetrisini arttıracak ve kendileri üzerindeki denetimi azaltacak şeyler yapmaya meyilli olurlar. Bunu yapmanın en iyi yolu da basın özgürlüğünü ve yargı bağımsızlığını kısıtlamaktır. Yolsuzluğun algısı endekslerinde kötü durumda olan ülkelerde genellikle basın özgürlüğünün olmadığını, internete erişimin kısıtlandığını ve yargının pek de bağımsız olmadığını görmemiz bu sebeple tesadüf olmayabilir.

Ehven-i Şer ile Yaşamak

Son olarak, tıpkı ikinci el araba piyasasında olduğu gibi, malumat asimetrisinin yüksek olduğu siyaset “piyasa”larında da çoğunlukla “limon”lar kalır. Seçmen hangi siyasetçinin iyi olduğunu bilemediğinden siyasetçilere ortalama bir değer biçer. Kaliteli siyasetçiler değerleri bilinmediği için “piyasadan” çekilir. Siyasetin ortalama kalitesi düşer. Asimetrik malumatın dehşetengiz bir sonucu olarak seçmen ya kendini kötünün iyisini seçmek zorunda hisseder, ya da siyasetten tümüyle kopar. Her seçim “ehven-i şer”in seçimi olarak algılanır. Siyaset itibarını kaybettiği gibi, muhalefetteki siyasetçiler de tıpkı iktidardakiler gibi “limon” olarak algılanır. Seçmen ile siyasetçi arasındaki malumat asimetrisi, sadece seçmene değil, siyasete de zarar verir. Özetle, malumat asimetrisi arttıkça piyasadaki “limon” sayısı artar, siyasetin limoni olduğu kanaati yaygınlaşır ve vatandaş kendini ehven-i şer ile idare etmek zorunda hisseder!

Demokrasinin dördüncü kuvveti

Akerlof’tan önemli dersler çıkardık. Artık, bazı siyasetçilerin neden özgür basını sevmediğini biliyoruz. Seçmeni ehven-i şere mahkûm eden şeylerden birinin malumat asimetrisi olduğunu öğrendik. Daha da önemlisi, artık basına neden demokrasinin dördüncü kuvveti dendiğini daha iyi kavradık: Özgür basın, malumat asimetrisini azaltıp, “limon”ları ayıklamamıza yardım ettiği için demokrasilerin olmazsa olmazıdır.

***



İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

 

İktisat Öğrencileri İçin Bir Okuma Listesi

Erasmus Üniversitesi’ndeki İktisat Felsefesi dersimi alan öğrenciler için İngilizce kitaplardan oluşan bir okuma listesi hazırlamıştım. O listede yer alan ve Türkçesi olan kitapları aşağıda paylaşıyorum. (Listeye bir tane de Türkçe davranışsal iktisat kitabı ekledim.)

İlk olarak, iktisat bilmini daha iyi anlamanızı sağlayacak bazı kitaplar. Birincisi, Dani Rodrik’in İktisadi Anlamak başlıklı kitabı. Bunu mutlaka okuyun. (Kitapla ilgili kısa bir değerlendirme yazısı okumak isterseniz, buyrun: Şart midur?) İkincisi, Alvin Roth’un kitabı, Kim Neyi Neden Alır? Roth, bu kitapta, 2012 yılında Nobel ödülüne layık görülen çalışmalarını herkesin anlayacağı bir dille anlatıyor. Üçüncü kitap Ha-Joon Chang’ın Ekonomi Rehberi. Adı üzerinde, bir rehber. Çok kolay okunan ve zihin açan bir kitap.

iktisadianlamak İktisadı AnlamakDani Rodrik (Efil Yayınevi)
roth Kim Neyi Neden AlırAlvin Roth (Timaş Yayınevi)
Ha-Joon Ekonomi Rehberi: Ekonomi Hakkında Size Söylenenler ve Söylenmeyenler – Ha-Joon Chang (Say Yayınları)

Davranışsal İktisat

Davranışsal iktisatla ilgili kitapları artık herkes okudu ama ben yine de birkaç kitap sayacağım. Davranışsal iktisata giriş için üç ilk kitaba kesin bakın. Dan Ariely’nin kitaplarından Akıldışı ama Öngörülebilir de güzel ve eğlenceli bir kitap. Bütün davranışsal iktisatçılar Ariely’nin kitaplarını sevmese de bu iyi bir giriş kitabı. Son kitap ise Türkiye’deki davranışsal iktisatçıların hazırladığı derleme bir kitap. Mutlaka bakın.

akilli-insanlarin-mantiksiz-kararlari9e1bd0c6c5c17f6bbe534352b2c289ee Akıllı İnsanların Mantıksız Kararları – Richard H. Thaler (Pegasus Yayınevi)
durtme Dürtme Richard H. Thaler & Cass R. Sunstein (Pegasus Yayınevi)
kahneman Hızlı ve Yavaş Düşünme – Daniel Kahneman (Varlık Yayınları)
ariely Akıldışı ama Öngörülebilir – Dan Ariely (Optimist Yayınları)
iktisatta-davranissal-yaklasimlar735c72565fdb710204b86dbc8d1a47dd İktisatta Davranışsal YaklaşımlarDevrim Dumludağ, Özge Gökdemir, Levent Neyse, Ester Ruben (İmge Kitabevi)

Davranışsal iktisatla ilgili daha fazla kaynak istiyorsanız, eskiden hazırladığım şu listeye bakabilirsiniz. Daha da fazlasını istiyorsanız The Behavioral Economics Guide 2019‘a bakın.

İktisadi büyüme, eşitsizlik, ticaret ve daha fazlası

Bu konularda çok kitap var, bu sebeple öneri yapmak zor. Yine de şu üç kitabı her ekonomi öğrencisinin okuması gerektiğini düşünüyorum.

Milanovic Küresel Eşitsizlik – Branko Milanovic (Efil Yayınevi)
tekekonomi Tek Ekonomi, Çok Reçete Dani Rodrik (Efil Yayınları)
acemoglu Ulusların Düşüşü – Daron Acemoglu & James A. Robinson (Doğan Kitap)

İktisat hakkında yazmak isteyenler için:

McCloskey İktisadi Konular Hakkında Yazmak – Deirdre N. McCloskey (Heretik Yayıncılık)

Daha fazla öneri isterseniz şu listeye de bakın. İktisat felsefesiyle ilgili daha ciddi okumalar yapmak isterseniz iktisat felsefesi ders planımın sonundaki listeye de bakabilirsiniz.

Daha hafif bir okuma listesi isterseniz de şuna bakabilirsiniz: iktisat öğrencilerine tatil için okuma önerileri.

***



İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

Eyy iktisat öğrencisi!

Günlerden o gün. İktisat final sınavı geldi çattı. Sabaha sınava gireceksiniz ve bir gram iktisat çalışmış değilsiniz. Ama ara sınavda ve derslerin dinlediğiniz kısmında gördüğünüz kadarıyla iktisatta fazla zor bir şey de yok. Altı üstü birkaç grafik. Birkaç da denklem. Ah tabii bir de şu meşhur varsayımlar: Rasyonel insan, marjinal fayda, ölçeğe göre sabit hayaller…

WhatsApp grubunda yazılanlara bakıyorsunuz arkadaşlarınız panik halinde! Bir mesaj da siz atıyorsunuz:

“Yüksek Sınav Kurulumuz, öğrenci haklarını koruyan uluslararası sözleşmeler gereği evde hazırlanan mühürsüz sınav kağıtlarının da kabulüne karar vermiştir 😂”

Esprilisiniz ama azimlisiniz de! Finalde iktisada giriş dersini verip güzel bir tatil yapacaksınız. Planınız bu! Tabii sebepsiz yere bir KHK ile öğrencilikten ihraç edilmezseniz!

Hazırlıklara başladınız.

İktisada giriş kitabını şöyle güzelce masaya koydunuz. En afili grafiğin olduğu sayfayı açtınız. Yanına, derste süper not tutan arkadaşınızdan fotokopisini aldığınız notları yerleştirdiniz. Kareli defteri de bir yerinden açarak ders notlarıyla kitabın yanına koydunuz. Tükenmez kalem, fosforlu kalem, grafik çizmek için 07 uçlu kurşun kalem, silgi… Bunları da masaya yerleştirdiniz. Sonra içeriye gidip bir kahve yaptınız. Kahvenin yanında tüketmek üzere annenizin yaptığı kurabiyeler, kremalı bisküvilerden birkaç adet ve gece geç saatlerde ihtiyaç olabilir diye iki paket de çikolata aldınız. Bunları da masanın uygun bir yerine yerleştirdiniz. Masa hazır gibi.

07 uçlu kalemi alıp kitaptaki grafiğin aynısını kareli defterin açık sayfasına çizdiniz ve üzerinden tükenmez kalem ile geçtiniz. Grafiğin altına arz ve talep denklemlerini özenle yazdınız. Önemli gördüğünüz birkaç şeyi de deftere not edip, ‘arz’, ‘talep’ ve ‘denge’ kelimelerinin üzerini sarı fosforlu kalemle, denklemleri de yeşiliyle boyadınız. Şimdi masa biraz daha hazır gibi.

Kahvenizden bir yudum alıp, kurabiyenizi yedikten sonra, çikolata paketlerini iktisat kitabınıza diyagonal bir biçimde yerleştirdiniz. Not defterini, ders notlarının biraz daha sağına aldınız. Kahveyi ise masanın sağına koydunuz. Tamam şimdi oldu. Arık masanızın fotoğrafını WhatsApp’ta ve Instagram’da paylaşabilirsiniz. Ve paylaştınız:

“Çilingir sofrasını kurdum 😅”

Aslında düşünürseniz, gerçekten de yaptığınız şeyin rakı masasına hazırlıksız oturup, adabına uymadan içki içmekten farkı yok.[i] Zil zurna sarhoş olan yabancı damat, rakı masasında kendini kaybedip halaya katılan yabancı misafir… Bunlar artık folklorik hikayeler. Hepsinin morali aynı: Rakıyı öyle bilip bilmeden içersen rezil olursun! Ertesi gün zaten baş ağrısı ve pişmanlık! İşte iktisat da biraz rakı gibidir. Adabına uymadan çalışırsanız rezil olursunuz. Masayı güzel donattınız, niyet ettiniz, çalışacaksınız ama bir seferde bütün dönemin konularını çalışıp geçmeyi ummak sadece sizin hüsnükuruntunuz. Koca rakı şişesini kafaya dikip ayık kalmayı beklemek ne kadar gerçekçiyse sizin iktisat öğrenmeyi beklemeniz de o kadar gerçekçi.

Peki iktisat nasıl tüketilmeli? Nasıl öğrenilmeli?

İktisat derslerindeki her konu tek başına pek kolay görünür. Hele hele ilk derslerde iktisadın ilkeleri işlenirken, söylenenler “iktisat iktisat diye bizi korkuttukları şey bu muymuş!” demenize neden olur. Sonuçta nedir? Altı üstü akılcı kararlar alan, marjinde düşünen (yani her ek birimin fayda ve maliyetini değerlendiren) bilgisayar oyunu kahramanı gibi bir mahlukatın davranışlarını inceliyorsunuz. Bu mahlukat yeri geliyo elma ile armut, yeri geliyor pizza ile kola arasında tercih yapmaya çalışıyor. Kaç dilim pizzayı kaç bardak kola ile tüketeceğine karar veriyor. Sınırlı miktarda bir parası var. Yani bütçesi kısıtlı. Çoğu aza tercih ediyor. Falan filan. Atla deve değil. Sonra benzer grafiklerle firma davranışını inceliyorsunuz. Aynı grafiğin kahverengisi. İlk bakışta korkacak bir şey yok gibi. Ama var!

İktisat sınavlarının pekçok öğrencinin kabusu haline gelmesinin temel sebebi şu: İktisatta bütün konular birbirine bağlı. Tüketici tercihlerinden talep eğrisine, firma davranışlarından arz eğrisine ulaşıyorsunuz. Arz ve talep, esneklik falan gibi konulardan bahsederken arka planda tüketicler n’örüyor, firmalar nasıl düşünüyor bilmeniz lazım. Makro da aynı. Tüketim, yatırım, kamu harcaması, GSYH, para arzı, faiz falan derken bir de bakıyorsunuz ki birkaç hafta içinde bütün konular biraraya gelmiş IS-LM diye bir şeye dönüşmüş. Bir anda o minik, tatlı ve ilk bakışta bir numarası olmayan konular, merkez bankası kararları hakkında yorum yapmanıza imkan veren bir şeye dönüşmüş. İşte bu noktaya geldiğinizde eğer daha önce her konuyu sindire sindire anlamadıysanız, derste ne olup bittiğini anlama imkanını da kaybediyorsunuz. İktisadı adabıyla çalışmak bu yüzden önemli. Sindire sindire, yavaş yavaş çalışacaksınız. Bir konuyu tam manasıyla anlamadan ötekine geçmeyeceksiniz. Yoksa çarpıyor!

Peki nasıl sindire sindire çalışacaksınız? İktisat öğrenmenin üniversitede bir başka konuyu öğrenmekten pek bir farkı yok. Nasıl bir gecede fizikçi, cerrah veya piyanist olamıyorsanız, bir gecede iktisatçı da olamazsınız. Ama iktisat ilk bakışta kolay gibi göründüğü için ve herkes gündelik hayatında bir şekilde iktisadi konulara atıf yaptığı için kolay gibi görünüyor. Mesela, hiç iktisat bilmeyen bir siyasetçi kameraların önüne çıkıp iktisatta devrim niteliğindeki sözleri büyük bir kendine güvenle söyleyebiliyor. TV programlarında finansçılar, piyasa ona tepki verdi, buna tepki verdi, piyasalar çıldırdı gibi yorumlar yapıp sanki piyasaları anlamak çok kolaymış gibi bir izlenim oluşturuyorlar. Ha tabii konu “dolar ne olacak?” gibi bir soru olduğunda eş, dost, akraba, artık etrafınızda kim varsa bir görüş bildiriyor. Bütün bunların sonucunda, iktisat öğrencileri iktisadı şıp diye öğrenebilecekleri izlenimini ediniyorlar. Sonuçta iktisat bilmeden ekonomi yönetilebiliyorsa, ne kadar zor olabilir yani? Değil mi?

Özetle kimse bir gecede piyanoda Sorabji’nin Opus Clavicembalisticum’unu çalmayı veya nükleer fizik öğrenmeyi düşünmezken, iktisat öğrencileri bir gecede para ve maliye politikalarının inlerine girmeyi hayal edebiliyor. Ancak, bu mümkün değil. Evet piyano çalmak iktisat öğrenmekten daha zor ama iktisat öğrenmek için de sabırla çalışmak gerekiyor.

Peki sabırla çalışıyorsunuz ama anlamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Çok kolay: Soru soracaksınız. Hatta daha radikal bir şey söyleyeyim: Anladığınızı sandığınız zaman da soru sormanız gerekiyor. Çünkü gerçekten anladığınızı sanmış olabilirsiniz! Gerçekten anlamak için bol bol soru sormak gerekiyor. Önce kendinize soru sorarak başlayın: Bu neden böyle? Başka türlü olabilir miydi? Cevapları bulmanız için okumanız ve başkalarına danışmanız gerekecek. Bu güzel. Dolayısıyla, kafanıza yatmayan ne varsa sorun. Özellikle hocanızın yakasını bırakmayın. “Hocam rasyonel insan diyorsunuz da insanlar böyle rasyonel değil, bu varsayımı neden yapıyoruz?” diye soracaksınız. “Hocam, peki taleple arz aynı anda artarsa ne olur?” diye soracaksınız. “Merkez Bankası faizleri arttırmadan enflasyonu düşürebilir mi? Enflasyon sonuç, faiz neden midir? Yoksa faiz sonuç, enflasyon mu sebeptir?” diye soracaksınız. Dediğim gibi aklınıza yatmayan ne varsa soracaksınız.

Soru sormak kolay bir iş gibi görünebilir ama düşünün, sınıfınızda soru soruluyor mu? Pek sorulmuyor değil mi? Öğrencilerin bir kısmı ders bitse de gitsek derdinde. Yoklamaya imza atmak için gelmişler. Ötekiler ise hocanın anlattıklarını düşünmeden not etmekle meşgul. Kimse sorgulamıyor. Kimse “yahu bu hoca belki bizi kandırıyor” demiyor. Herkes, ne anlatılıyorsa onu not edip ezberlemek derdinde. Ha haksızlık etmeyelim birkaç soru soruluyor: Hocam sınavda ne çıkacak? Hangi konulardan sorumluyuz? Vb.

Sakın yanlış anlamayın. Sorun sizde demeye çalışmıyorum. Sorun bizde. Hepimizde. Eğitim sistemimiz (birkaç istisna okul dışında) öğrencileri ezberlemeye yöneltiyor. Bu da yetmezmiş gibi soru sormak, sorgulamak ve eleştirmek ayıp sayılıyor. Öğrencinin hocaya itiraz etmesinin, soru sormasının ve dolayısıyla öğrenmesinin önü bu şekilde kesiliyor. Tabii kabul etmek gerekir ki, öğrenciler soru sormayınca, hocalar da bayağı bir rahatlıyor. Her sene aynı şeyleri anlatmaya başlıyorlar. Okuması kolay olduğu için başarıyı test sınavlarıyla ölçüp, dönem sonunda da sınıfın başarı oranını okul yönetiminin belirlediği seviyeye çekip ders konusunu bir sonraki döneme kadar kapatıyorlar. Eğer şanslı bir öğrenciyseniz, bunu yapmayan bir hocadan ders alıyorsunuzdur. Şansızsanız yapacağınız tek şey var: İtiraz etmek. Anlamadım demek. Soru sormak. Gerekirse ek makale ve kitaplar okuyup hocayı derse hazırlanmadan geldiğine pişman etmek. Rahata alışmış biz hocaları şöyle iyice bir sarsmadığınız sürece iktisat dersleriyle kafa bulmaya, öğrenmiş gibi yapmaya devam edeceksiniz. Bu sebeple, artık bir hashtag mi açacaksınız, facebookta bir grup mu kuracaksınız, Change.org’da bir kampanya mı başlatacaksınız, ne yapıyorsanız yapın ve iktisat eğitiminin ülkemizdeki bu kurulu düzenine itiraz edin. “Böyle bir şey olabilir mi?” demeyi bırakın, harekete geçin. Tüm iktisat öğrencileri birleşin ve artık soru sormaya başlayın! Biliyorum okulunuzda size destek olacak iktisat hocaları var. Onlardan destek alın. Hatta onları biraz da motive edin, el üstünde tutun. Ne de olsa nesli tükenmek üzere olan bir hoca türünden bahsediyoruz 🙂

Dünyada iktisat eğitimi ile ilgili tartışmalar var, belki duymuşsunuzdur. Önce öğrenciler itiraz etti. Sonra da herkes tartışmaya başladı. Acaba iktisat eğitimi çoğulcu mu olmalı, derslerde anaakım dışındaki düşünce akımları anlatılmalı mı? Acaba matematiğe çok mu yüklendik, biraz da tarih ve felsefe mi öğretsek? Bunlar gibi soruların cevapları tartışılıyor. Siz de bu tartışmalara katılın. Okuma grupları kurun, literatürü takip edin, tartışın, başka okullardaki iktisat hocalarını davet edin, onları da dinleyin, onlara da soru sorun. Bu tartışmaları okurken ve tartışırken de soru sormayı, şüphe etmeyi bırakmayın. Öğrenmenin tek yolu bu.

İktisat çalışmak için kurduğunuz o masayı gelecek sefer daha erken kurun. Arkadaşlarınızı davet edin. Tartışın, okuyun, soru sorun. Hocanızı da biraz teşvik edin. Güncel tartışmaları sınıfa taşısın, dünyada ne oluyor ne bitiyor biraz anlatsın. Sadece ders konularını anlatmakla yetinmesin. Bir de sorun bakalım, şu bizim Merkez Bankası bu sıralar ne deneyler yapıyormuş.

Not: [i] Bu içki benzetmesini George Akerlof’un Makroekonomi Teorisi ders notlarında okumuştum.


İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

Şu Ahlaksız İktisatçılar

Soru basit: İktisat ahlaki bir bilim midir, yoksa değil midir? Başka türlü sorayım: Ahlaki normların iktisatta bir yeri var mıdır? Pek çok iktisatçı ahlakın iktisatta yeri olmadığını söyleyecektir. İktisat gerçekten bir bilimse, iktisatçılar, insanları, fizikçilerin fiziki evreni incelediği gibi inceleyerek, “ay şu atoma haksızlık ediyoruz”, “bak bu atom yalnız kaldı” veya “atomlar sevse de sevmese de biz bu işi yaparız” diyerek mi hareket etmelidir, yoksa iktisada konu olan “atom”ların sevebileceğini, üzülebileceğini, inanabileceğini düşünerek ayaklarını denk mi almalıdır?

Journal of Economic Perspectives’de yayınlanan bir makale işte bu ve benzeri soruları yanıtlamaya çalışıyor (Sandel 2013). Makalenin yazarı Michael Sandel, What Money Can’t Buy: The Moral Limits of Markets (2012) başlıklı kitabın yazarı. Bu kitapta, piyasalaşma olgusunu inceliyor ve her şeyin piyasa değerleri/mantığı ile ele alınmaya başlanmasını eleştiriyor. Sandel’in neden bahsettiğini anlatabilmek için piyasalaş(tır)ma olgusuna birkaç örnek vereyim. Örneklerin hepsi Sandel’in kitabından (merak edenler için ilgili bazı çalışmalara ve haberlere de atıf yapıyorum).

  • Çocuklara iyi notlar karşılığında para vermek (Fryer 2010)
  • Hastalara ilaçlarını kullanmaları için para vermek (Belluck 2010)
  • Ülkelerin oturma izinlerini satışa çıkarması (Reddy ve De Avila 2011)
  • Hükümetlerin çocuk yapmayı teşvik etmek için para vermesi veya ceza kesmesi
  • Çevre vergisi, çevreyi kirletenlere kesilen parasal cezalar (Krugman 2010), çevre kirletme hakkının alınıp satılabilmesi, karbon emisyonu ticareti gibi piyasa odaklı politikalar*

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hadi ilginç bir örnek daha vereyim. Sporcuların formalarına, hatta Sinan Şamil Sam gibi forması olmayanların sporcuların bedenlerine, reklam almalarını da spor dünyasının piyasa mantığını içselleştirmiş olmasına, sporun piyasalaşmasına bağlayabiliriz.

sinansamilsamgazi

Daha fazla örnek isterseniz, Michale Sandel’in kitabına, o yetmezse Debra Satz’ın (2010) Why Some Things Should Not Be for Sale: The Moral Limits of Markets başlıklı kitabına bakabilirsiniz.

Biraz düşünürseniz, bazı şeylerin para karşılığı alınıp satılmasını, 2012 yılında İktisat Nobel Ödülü’nü alan Alvin Roth’un (2006) da belirttiği gibi, iğrenç, tiksinç veya utanç verici bulabilirsiniz. Mesela, bir şirketin çocuk işçi çalıştırmasını (çocuk işgücü satın almasını) iğrenç, aşağılık bir şey olarak görürüz. Para karşılığı arkadaşlık veya aşk satın almak isteyenleri engelleyen yasalar yok ama sadece finansal çıkar elde edebileceği zenginlerle arkadaşlık yapanların çok da ahlaklı olduğunu düşünmeyiz. Peki ya böbrek piyasası? İnsan böbreği ticareti yapanları da iğrenç insanlar olarak resmetmiyor muyuz? Pek çoğunuzun bu soruya evet cevabı verdiğini tahmin ediyorum, tabii iktisatçı değilseniz.

Yanlış okumadınız, “iktisatçı değilseniz” dedim.  İktisatçı değilseniz, böbrek piyasalarını iğrenç bulabilirsiniz ama sıkı bir iktisat eğitiminden geçmiş hemen herkes iyi düzenlenmiş bir böbrek piyasasının böbrek nakli bekleyen insanların hayatını kurtarabileceğini düşünmekten kendini alıkoyamaz. Sonuçta, insanlar börek bulamadığı için ölüyor ve o insanlar ölürken, biz sağlıklı insanlar “yedek bir böbrekle” dolaşıyoruz! İktisatçı olarak eğitildiyseniz, böyle bir durumda fayda-maliyet analizi yapmanız gerektiğini hissedersiniz. “Eğer böbreklerin iyi düzenlenmiş bir piyasada alınıp satılması mümkünse, neden belki binlerce hayatı kurtaracak bir düzenlemeyi sadece insanlar iğrenç buluyor diye bir kenara koyalım?” diye düşünebilirsiniz. Hatta İran’da böbrek alıp satmanın yasal olduğunu da biliyorsanız (Dehghan 2012), bu işin çok da mantıksız olmadığını düşünebilirsiniz. Bir iktisatçı olarak, böyle bir durumda sözde ahlaklı olmanın veya sosyal normlara mahkûm kalmanın çok maliyetli olduğunu düşünebilirsiniz.

Bunları neden yazıyorum? İktisatçılara ihtiyatla yaklaşmanızı istediğim için değil elbet. İktisatçılara ihtiyatlı bir biçimde yaklaştığınızı zaten biliyorum. 🙂 Bunları yazmamın nedeni şu: Piyasa mantığı ve fayda-maliyet analizleri,  gündelik hayata ve ahlaki normlara yabancılaşmamıza neden oluyor olabilir. Bunu düşünürken şunları da göz önüne alın: İktisada giriş kitaplarında ahlakla ilgili bir bölüm bile yer almıyor; bu konu, genellikle, pozitif ve normatif iktisat ayrımı başlığı altığında geçiştiriliyor. Ancak, iktisadın ve iktisatçıların ahlaktan bağımsız piyasa odaklı düşünme biçimi her gün hayatımızın hemen her noktasında karşımıza çıkıyor. Hal böyleyken, iktisadın ahlaki bir bilim olup olmadığını, iktisatçıların ahlaki normları dikkate almalarının gerekli olup olmadığını düşünmeye başlamamız faydalı olabilir.

Oturma izinleri, çevreyi kirletme izinleri ve bunun gibi şeyler para karşılığında satıldığında sadece piyasaların daha etkin bir biçimde işlemesini mi sağlıyoruz, yoksa dünya üzerinde halihazırda rahatsız edici boyutlarda olan eşitsizliği arttırıyor muyuz? Piyasa mantığı ile hareket etmenin her zaman hakkaniyetli sonuçlar doğurmadığını biliyoruz tabii ama soru şu: Bunu önemsemeli miyiz, yoksa “ne yapalım dünya böyle işliyor!” mu demeliyiz?

Düşünün. Çocuklara sınavlardan aldıkları yüksek notlar karşılığında para verdiğimizde, sadece onları motive etmiş mi oluyoruz, yoksa çocukların eğitim hakkındaki düşünme biçimlerini geri döndürülemez şekilde değiştiriyor muyuz? Eğer değiştiriyorsak, çocukları para ile motive etmeye çalışmaktan vazgeçmemiz iyi olabilir mi? Takdir alınca bisiklet aldığımız o çocuğu, üniversitede spor araba istemeye, üniversitede arabayla ödüllendirdiğimiz çocuğu ise işe girdiğinde şirketin veya devletin tahsis ettiği arabayı özel işleri için kullanmaya motive ediyor olabilir miyiz? Piyasa odaklı düşünme bizi bambaşka insanlar haline getiriyor olabilir mi?

Bu yazının başında bahsettiğim makale işte bu soruları (ve tabii ki daha fazlasını) ele alıyor. Makalede ele alınan ve benim de derslerde kullandığım örneklerden birinden bahsederek konunun önemini vurgulamaya çalışayım.

İktisatçıların mottolarından biri şudur: Parasal müşevvikler önemlidir! Bu mottoyu kabaca şöyle özetleyebiliriz: Eğer birisinin bir işi yapmasını teşvik etmek istiyorsanız para verin, istemiyorsanız ceza kesin. Etrafınıza bakarsanız dünyanın böyle işlediğini görebilirsiniz. Trafikle ilgili tüm düzenlemeler parasal cezaları kullanır. Yatırımı, innovasyonu arttırmak isteyen veya evli çiftlerin daha fazla çocuk yapmasını isteyen hükümetler bunu yapabilmek için parasal ödüller (veya vergi indirimleri vb.) verirler. Bu ödül ve cezalara bakarsanız iktisadi düşünme biçimini ve tabii ki piyasa mantığını nasıl içselleştirdiğimizi de daha iyi idrak edebilirsiniz.

Peki, iktisatçıların bu mottosu, ahlaktan ve ahlaki normlardan bağımsız bir biçimde işleyebilir mi? Çoktan tahmin etmiş olabileceğiniz gibi bu motto, gündelik hayata müdahale edip, davranışlarımızı şekillendirmek için kullanıldığı için ahlaki normlardan bağımsız olarak düşünülemez. Bunu çarpıcı bir şekilde anlamamızı sağlayan bir çalışma var (Gneezy ve Rustichini 2000a). Sorunumuz şu: Bazı anne ve babalar anaokulundaki çocuklarını almaya geç gidiyorlar. Acaba bu anne ve babalara geç kaldıkları için para cezası kesersek, geç kalan ebeveyn sayısını azaltabilir miyiz?

Bunu öğrencilerime sorduğumda, genellikle geç gelen ebeveyn sayısının azalacağını düşünüyorlar. Siz de öyle düşünmüş olabilirsiniz. Ancak sonuç bunun tam aksi. Geç kalan ebeveyne ceza kesilmeye başlanınca, geç kalan ebeveyn sayısı da artıyor. Aşağıdaki grafik durumu özetliyor (Gneezy ve Rustichini 2000a: 7).

geenzy

Grafik, hafta başına geç kalan ebeveyn sayısını gösteriyor. Siyah çizgi ceza uygulanan anaokullarındaki durumu gösteriyor, diğeri ise ceza uygulaması olmayanları. İlk dört hafta her iki grupta da ceza uygulanmıyor. Daha sonra (grafikte siyah çizgi ile gösterilen) bazı anaokullarında geç kalanlara para cezası uygulanmaya başlanıyor. Gördüğünüz gibi cezanın uygulanmaya başladığı haftada, cezanın uygulandığı anaokullarında geç kalan ebeveyn sayısı artıyor. Daha da ilginci şu: 17. haftada ceza uygulaması kaldırılıyor ancak buna rağmen bir ceza uygulamasına konu olan anaokullarında geç kalan ebeveyn sayısı azalmıyor.

Parasal ceza uygulaması ebeveyn davranışlarını geri döndürülemez bir biçimde değiştiriyor. Peki neden? Pek çok açıklama üretilebilir. Ama şunu bir düşünün. Ceza uygulamasından önce anne ve babaların gecikmemelerinin ardındaki nedenler neydi? Herhalde birincisi sorumluluk duygusudur, ikincisi ise “geç kalırsam diğer anne-babalar ve anaokulu öğretmenleri hakkımda ne düşünür” düşüncesidir. Ceza uygulamasından önce anne-babaların ahlaki kaygılar taşıdığını ve ahlaki-sosyal normlara uymaya çalıştığını düşünebiliriz. Peki ceza uygulamasından sonra ne oluyor? Sanırım ceza uygulamasını gören anne-babaların geç kalmayı bir ahlaki mesele olarak değil, satın alınabilecek bir hizmet olarak görmeye başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özetle anaokullarında piyasa mantığını uygulamanın ebeveynlik ile ilgili ahlaki ve sosyal normlarımızı etkilediğini düşünmek mümkün. Tabii ceza uygulamasının kaldırılmasının geç kalan ebeveyn sayısını (en azından hemen, çalışmaya konu olan süre içinde) azaltmadığını da dikkate alırsak, piyasalaşmanın geri döndürülemeyecek bazı sonuçları olabileceğini de düşünebiliriz.

İktisatçı okurlarım, hemen şöyle düşünmüş olabilir: Bu çalışma parasal cezanın etkisiz olduğunu göstermiyor, sadece ceza miktarının yeterli olmadığını gösteriyor; eğer para cezası arttırılırsa, geç gelen ebeveyn sayısı azalır”.[1] Çok doğru. Ancak mesele bu değil. Meselemiz, parasal müşevviklerin sosyal ve ahlaki hayatımızı geri döndürülemez bir biçimde değiştirip, değiştirmediği.

Daha fazla “spoiler” vererek Sandel’in makalesini okuma deneyiminizi berbat etmek istemiyorum. Yine de sizi motive etmek için makaledeki bir iki örnekten daha kısaca bahsedeyim. Bağış toplayan çocuklara, topladıkları bağış miktarıyla orantılı bir parasal ödül verirsek, çocuklar daha fazla bağış toplar mı? Hmmm. Zor soru, değil mi? Cevap: Eğer para toplayanlara çok fazla para vermiyorsanız, güzel amaçlar için bağış topladığını düşünen çocuklar, para karşılığı bağış toplayanlara göre daha fazla bağış toplayabilir. Peki, insanlar daha fazla kan bağışlasın diye kan bağışlayanlara para verirsek, daha fazla kan “bağışı” alabilir miyiz? Yok, maalesef, bağış işi tam öyle işlemiyor. İnsanların kanını satın almaya kalktığınızda insanlar kan vermekten vazgeçebiliyor… Özetle işin içine para ve piyasa mantığı girince, dünyaya eskisinden daha farklı bakabiliyoruz.  Ha bu her zaman ve her koşulda kötü bir şey midir? Muhtemelen değildir. Ama biz yine de bunları bir düşünelim.

İktisatçılar her ne kadar yaptıkları işin, politika önerilerinin ve derste anlattıklarının ahlaktan, sosyal normlardan, geleneklerden, göreneklerden vb. bağımsız olduğunu düşünmek istese de, böylesi daha kolaylarına gelse de, iktisadın ahlaktan bağımsız olduğunu düşünmek oldukça güç. Benim yazdıklarım sizi ikna etmediyse, Michael Sandel’in (2013) makalesini okuyun derim. Sonuçta konunun uzmanı o.

Son olarak, şunu da düşünelim bence: İktisat bölümlerinin programında neden zorunlu bir İktisat ve Etik dersi yok? Madem piyasa mantığı dünyamızı şekillendiriyor, bu mantığı üreten iktisatçıların etik bilmesi, yaptıkları işin nereye varacağını düşünen bilim insanları olarak yetişmesi daha güzel olmaz mı? İsterseniz, Sandel’in (2013) makalesine siz de bir göz atın, konuşalım.

İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

Referanslar:


[1] Bu bağlamda, Gneezy ve Rustichini’nin (2000b) “Pay Enough or Don’t Pay at All” (yani, “ya yeterince öde ya da hiç ödeme”) başlıklı makaleleri de ilginizi çekebilir. Bu makale parasal müşevviklerin etkisini inceleyen bir dizi deneyi ele alıyor.


Bu yazı daha önce Açık Ekonomi‘de yayınlanmıştır. Açık Ekonomi’de güzel yazılar var, bir bakın.


Ana görsel: Etienne, https://flic.kr/p/rPF4mT

İktisat öğrencilerine tüyolar

Bu yıl ilk defa iktisat/ekonomi dersi alacak öğrencilerin “bu iktisat nedir ya!” şeklindeki haykırışlarını duyar gibiyim. Bu yazı onlar için. Ama sadece onlar için değil. Kıdemli iktisat öğrencilerinin de okuması faydalı olabilir.

Uyarayım, olaylar şöyle gelişecek.

Sınıfa bir hoca gelecek, slaytlarını itina ile beyaz perdeye yansıtacak ve çok kısa bir süre sonra iktisadın tanımını yapmaya başlayacak. “Kıt kaynakların etkin bir şekilde kullanılması” diye başlayan ve sizleri rüyalar âlemine doğru sürükleyecek bu tanımlama işi, siz pek de farkına varmadan grafiklerin havada uçuştuğu bir savaş sahnesine dönüşecek. Göz kapaklarınız ağırlaşacak, cep telefonunuza yeni bir bildirim gelecek, siz ona bakıp ardından da birkaç komik video izledikten sonra tekrar dersin verildiği kürsüye baktığınızda karşınızda elmayla armuttan bahsederken eliyle tahtadaki bir şekli gösteren hocanızı göreceksiniz. Kendisi (muhtemelen) elmayla armut arasında tercih yaparken grafik çizen biri değil ama size grafikteki bir noktayı göstererek, bu noktanın elma ve armut seçimindeki önemini anlatıyor olacak. Sonra armudu kiloyla değil, tek tek almanız gerektiğini, her ek birim armudun fayda ve maliyetini dikkate alarak hareket etmenizin ne kadar rasyonel, ne kadar akılcı olduğunu anlatacak.

Göz kapaklarınız tekrar ağırlaşırken, hoca da dersi kiloyla değil tane tane anlatsa ne kadar akılcı olacak diye düşüneceksiniz… Dersin azalan marjinal faydası, nitekim!

Dersler böylece ilerlerken derslere girmenin ne kadar akıllıca olduğunu da sorgulamaya başlayacaksınız. Bazen bir gazla derse gidecek, ama çoğu zaman rüyayı derste değil yatakta görmenin daha mantıklı olduğunu düşünerek uykuyu tercih edeceksiniz. Hocanın anlattığı fırsat maliyeti konusundan çıkaracağınız sonuç bu olmamalı ama bunu yapacaksınız!

Her şeye rağmen, girdiğiniz derslerin dinlediğiniz kısımlarından, dersin aslında çok zor olmadığı sonucunu çıkaracaksınız. Ne de olsa elma, armut ve bazen de şarap ile peynirden bahsedilen bir ders. Ayrıca hemen hemen bütün soruların cevabı iki doğrunun kesişmesiyle bulunuyor. Ara sınavdan önce biraz çalışırsanız geçer not almamanız için hiç bir sebep yok gibi… En azından siz böyle düşüneceksiniz.

Ne var ki, işler beklediğiniz gibi gelişmeyecek. Dönemin ortasına geldiğinizde, WhatsApp’ta arkadaşlarınızla bu kadar çok şeyi ne zaman işlediğinizi tartışacak, Snapchat’te ders notlarıyla ilişkinizi resmeden şakalar yapacak ve kütüphaneye gittiğiniz o nadir anlardan birinde de grafiklerle dolu bir kitap sayfasına çapraz duran ders notlarınızı X-Pro II efektiyle Instagram’da paylaşacaksınız. Ara sınav günü geldiğinde iktisat hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediğinize kesinkes kanaat getirmiş olduğunuz için, sınava kalan dakikaları “ya umarım test olur ya, en azından kafadan atarız, belki tutar” temennileriyle geçireceksiniz. Notlar açıklanıp da sınıf ortalamasının 40 olduğu ortaya çıktığında ise arkadaşlarınızla bir araya gelip iktisat dersine ve dersin hocasına ‘küfür olmayıp da küfür etkisi yaratan sözler’ etme ayinleri yapacaksınız. Tabii bazılarınız ağız dolusu küfürler de edecek.

1akuyk

Tamam. Biraz abarttım. Böyle olmak zorunda değil. İktisat aslında çok ilginç bir bilim. İktisat dersleri de oldukça zevkli dersler olabilir. Ama bunun için iktisat derslerine bakış açınızı değiştirmeniz lazım. Hele hele hocanız sizi ezberciliğe zorluyorsa başka bir çareniz yok.

Durun. Aslında en iyisi tüm bakış açınızı değiştirin. Biraz soru sormaya, sorgulamaya başlayın. Size verilenleri, anlatılanları, haberleri biraz sorgulayın. Bu her şeyi daha ilginç bir hale getirebilir.

Mesela hocanın derste anlattıklarını mutlak doğrular olarak kabul etmek yerine size anlatılanları sorgulayarak işe başlayabilirsiniz. Tabii sorgulayabilmek için biraz aktif bir öğrenci olmanız lazım. Hocaya elma ve armudun piyasa fiyatlarını sormanız yeterli olmaz—zaten muhtemelen bilmiyordur 😉

Neyse, daha fazlasını yapmanız lazım. Mesela ilk derse girmeden önce iktisat nedir diye biraz araştırma yaparsanız, o sıkıcı ders çok ilginç bir ders haline dönüşebilir.

Dönem başlamadan ben size birkaç ipucu vereyim.

Sadece iktisat kitaplarının başlıklarına bile baksanız iktisadın ne kadar ilginç bir bilim olduğunu görebilirsiniz. Şu sayacaklarımın hepsi iktisat kitabı:

  • ‘Sanat ve Kültür İktisadı’
  • ‘Adalet İktisadı’
  • ‘Kontrat İktisadı’
  • ‘Arı İktisadı’
  • ‘Suç İktisadı’
  • ‘Aşk ve İktisat’
  • ‘Yasa Yapmanın İktisadı’
  • ‘Ayrımcılık İktisadı’,
  • ‘Evlilik İktisadı’
  • ‘Hollywood İktisadı’
  • ‘Bağımlılık İktisadı
  • ‘Seks, Uyuşturucu ve İktisat’

Gördüğünüz gibi iktisat sadece faiz politikası ve kamu yatırımlarıyla ilgilenen bir bilim değil. Aşktan idam cezasına kadar hemen her şeyle ilgileniyor. Dolayısıyla tahmin etmiş olabileceğiniz gibi ilk dersteki o “iktisat nedir?” sorusuna cevap vermek o kadar da kolay değil.

Son olarak, iktisatçıların sordukları ilginç sorulara da birkaç örnek vereyim:

  • Online evlilik siteleri için en iyi eş bulma mekanizması nedir?
  • Böbrek bağışçılarıyla böbrek hastalarını en iyi nasıl eşleştiririz?
  • Organ satışının yasal olması daha çok böbrek hastasının iyileşmesine yardım eder mi?
  • Uyuşturucu satıcıları neden anneleriyle yaşar?
  • Kürtaj ile suç oranları arasında bir ilişki var mıdır?
  • İkinci el araba piyasasında iyi araba bulmak neden zordur?
  • Etnik ayrımcılığın yarattığı problemleri piyasa mekanizması çözebilir mi?
  • Neden bazı ülkeler zenginken diğerleri yoksuldur?
  • Para beynimizi nasıl etkiliyor?
  • Hormonlar iktisadi kararları ne kadar etkiler?

Bu bir başlangıç olsun. Şimdi siz Google yardımıyla iktisatçıların neler yaptıklarını, ne sorular sorduklarını biraz araştırın. Mesela Nobel ödülü alan iktisatçıların neler yaptıklarına bir bakın. İlk derse öyle girin.

Ve soru sormaktan çekinmeyin.

Hocanız iktisadın “sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklarla nasıl karşılanabileceğini” inceleyen bir bilim olduğunu söylerse şunları sorabilirsiniz: “Hocam ihtiyaçlar sınırsız mıdır? İhtiyaç diyerek neyi kastediyorsunuz? Mesela iPhone 7 bir ihtiyaç mıdır? İki hafta önce hiç bilmiyorken, bugün sınırsız bir AirPod ihtiyacı duyuyor olmamız mümkün mü? Bir şeyi istememiz ona ihtiyaç duyduğumuz anlamına mı gelir?”

Eğer hocanız iktisadın “mal ve hizmetlerin üretimi ve bölüşümüyle ilgili” bir bilim olduğunu söylerse, o zaman şunları sorabilirsiniz: “Hocam, aşk iktisadı diye bir şey var. Ha bir de suç iktisadı var. Aşk veya suçun mal ya da hizmet olduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemezsek o zaman neden iktisatçılar bu konularla ilgileniyorlar?”

Soru sordukça iktisadı daha iyi öğreneceksiniz. Tabii amacınız hocaların kâbusu olmak olmasın. Amacınız konuyu daha iyi öğrenmek olsun. Yani sadece hocaya soru sormak için soru sormayın. Ezbere sorular sormayın. Sorgulayın. Önce soruları kendinize sorun. Sorduğunuz soruları cevaplamaya çalışın. Araştırın. Hocanıza da öğrenmek için sorun. Aklınıza takılan ne varsa, anlamadığınız ne varsa sorun. Soru sormadan sınav gününe kadar beklerseniz, sınavda sorulan soruları cevaplamakta zorlanmanız da sürpriz olmaz.

Şimdilik bu kadar! Başarılar.

Daha fazla okumak isterseniz “İktisat derslerinde nasıl başarılı olursunuz?” başlıklı yazıya da bakabilirsiniz.

İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

 

6 adımda piyasa yorumcusu olma rehberi

TV ya da gazetelerde ekonomi yorumu yapmak sandığınız kadar zor değil!

Heyecan verici değil mi? Bu yazıyı okuduktan sonra siz de rahatlıkla piyasaları yorumlayabileceksiniz. Hatta biraz yaratıcı bir kişilikseniz bu işten para kazanmaya bile başlayabilirsiniz. Hemen başlayayım.

1 – Piyasa yorumlarının temel mantığını kavrayın

İlk adım, piyasa yorumlarının genel mantığını çözmek. Çok fazla yorum okumanıza gerek yok. Ama biraz okumanız faydalı olacaktır. Piyasa yorumlarını okurken göreceğiniz ilk şey şu olacak: Yorumcular genellikle piyasaları güncel gelişmeler ışığında yorumlar. Bunu nasıl yapacağınızı daha sonra açıklayacağım. Şimdi içeriğe odaklanalım.

Diyelim ki, Türkiye’nin gündeminde koalisyon tartışmaları var. Bu konuda neler yazılmış bakmak için İnternette “piyasalar koalisyon” araması yapın. Karşınıza şöyle başlıklar çıkacaktır:

  • Piyasalar “koalisyon olmaz”a yatırıyor
  • Piyasalar koalisyon ihtimalini satın aldı
  • Piyasalarda koalisyon tedirginliği
  • Piyasalara koalisyon dopingi
  • Piyasalar koalisyon ihtimallerini değerlendiriyor
  • Koalisyon hesapları piyasaları etkilemedi

Bu başlıklar kaolisyon ve piyasalara özel başlıklar gibi görünüyor. Ama biraz daha yorum okuyunca göreceksiniz ki, daha genel bir format var. Açıklayayım.

Gündemdeki konuya X dersek, piyasa yorumlarınızı şu kuralları kullanarak biçimlendirebilirsiniz:

Eğer piyasalarda fazla bir şey olmuyorsa,

“Piyasalar X ihtimalini değerlendiriyor”;

Kötüye gidiyorsa

“Piyasalarda X tedirginliği”;

Çok kötü gidiyorsa,

“Piyasalar X ile çöktü”;

İyi gidiyorsa

“Piyasalara X dopingi”

veya

“Piyasalar X ile uçtu, çoştu, yükseldi”.

Sanıyorum olayı kavradınız. Bundan sonra piyasa yorumlarını okurken yorumcuların güncel gelişmeleri nasıl bir Aikido ustası gibi kendi silahları haline getirdiklerini iyi gözlemleyin. Yorumları okumadaki tek amacınız, kullandıkları yöntemi öğrenmek olsun. İçeriğe değil, yönteme odaklanın. Piyasa yorumculuğu çok fazla düşünmeden piyasaları yorumlama becerisi gerektirir. Sizi otomatiğe bağlayacak bir yöntem bu sebeple önemlidir.

2 – Piyasalara inanın, ona sığının

Piyasaları nevi şahsına münhasır, insanlardan bağımsız bir şekilde kendi başına hareket eden, hafif şizofren bir kişilik olarak düşünebilirsiniz! Orada bir güç var uzakta, ama tam olarak nedir bilmiyoruz. Problem değil. Piyasanın gücü sizin gücünüzdür. O güce inanın! Ona sığının. Sonuçta ne oluyorsa piyasalar yapıyor. Bunu unutmayın. Piyasaların kudretinden asla şüphe etmeyin.

3 – Ne olup bittiğinden haberdar olun

Piyasaların önemli bir özelliği de her şeyi görmesi, her şeyi bilmesi ve her şeye tepki vermesidir. Piyasalar her şeye tepki verdiği için gündemdeki konu neyse hemen piyasalara bağlayabilirsiniz. Fenerbahçe şampiyon mu oldu?

“Şampiyonluk sonrası piyasalarda olumlu hava”

diye bir başlık atabilirsiniz. No problem!

Çocuğunuz sünnet mi oldu?

“Sünnet sezonunun açılmasıyla, piyasalar medikal firmaları fiyatlıyor”

gibi bir şey söylerseniz çok da zorlama olmaz. Ama siz yine de sünnet olan kişi IMF başkanı falan değilse, piyasaları işe karıştırmayın.

İyi bir yorumcu olmak için, önemli siyasal gelişmeleri takip edin. FED’in ne yaptığını adınız gibi bilin. Para politikası kurulu toplandığında iki eliniz kanda da olsa faiz oranına ne oldu öğrenin. Büyük skandallar, ihaleler vb. gibi konularda da radarınız açık olsun. Ama korkmayın haberleri baştan sona okumanıza gerek yok.

Evet!

Bir piyasa yorumcusu olarak, günün 24 saatini haber sitelerinin resim galerilerinde bile geçirebilirsiniz. Sonuçta eğer bir şey yeterince önemliyse, piyasa o şeyin bir resim galerisi olmasını garanti eder.

Cidden!

Ne öğrendik? Ne olup bittiğinden biraz olsun haberdar olun. Çünkü her konuyu piyasalara bağlayacaksınız.

4 – Mutlaka ama mutlaka muğlak olun

Muğlaklık piyasa yorumcusunun en sadık dostudur. İş edinip piyasaları tanımaya, anlamaya kalksanız bile şunu göreceksiniz: Piyasaların, doların, avronun, altının falan ne yapacağını kestirmek oldukça güç. Nobelli ekonomi profesörleri bile piyasaların ne yapacağını öngöremiyor. Mesela, dolar koalisyona tepki veriyor olsa bile, dün verdiği tepki ile bugün verdiği birbirini tutmayabiliyor. Bu sebeple, kesinlikten kesinlikle kaçınmalısınız. Muğlaklık ikinci adınız olmalı.

Diyelim ki birisi size “X olursa dolar ne olur?” diye sordu. Ne yapacaksınız? Açıklayayım. Önce cevabı biliyormuş gibi konuya girin. Mesela şöyle diyebilirsiniz:

“X olursa ne olabileceğini zaten az çok tahmin edebiliyorsunuzdur…”

Bu girişle hem konuyu bildiğinizi göstermiş oldunuz, hem de bunu zaten herkesin bilebileceğini ima ederek, ikinci bir soru gelmesi ihtimalini bertaraf ettiniz. Ayrıca neye ne olacağını da söylemediğiniz için tamamen güvendesiniz. Şimdi, 3. adımda öğrendiklerinizi uygulayın. Bildiğiniz ne varsa kullanın. Mesela, lafa şöyle devam edebilirsiniz:

“Ancak FED’in kararını dikkatli yorumlamakta fayda var; tutanakların ikinci sayfasının üçüncü paragrafındaki belirsizlik vurgusu çok önemli, malum petrol fiyatlarındaki gelişmeler…”

Böyle devam edin. Bir yere varmanız gerekmiyor. Hatta mümkünse bir yere varmayın. Yorumlarınız yer çekimsiz ortamda dökülen mercimek çorbası gibi olsun.

Son olarak “piyasalar, piyasalar” diye konuşun ana hangi piyasalardan bahsettiğinizi mümkün olduğunca söylemeyin. Hatta daha da güzeli, hangi piyasalardan bahsettiğinizi siz bile bilmeyin. Birisi sizi zorlamazsa hangi piyasalardan bahsettiğinizi söylemeyin. Çok zorlanıp da belirli bir piyasadan bahsetmek zorunda kalırsanız, en kısa zamanda piyasalar edebiyatına geri dönün. Dedim ya, piyasalara inanın, ona sığının. O sizi korur!

5 – Konuyu teknik terimlerle süsleyin

Dolar yorumunuz harika oldu. Ancak, biraz daha prim yapmak istiyorsanız biraz teknik terim öğrenebilirsiniz. Parite, bant, ikili tepe formasyonu, çift dip formasyonu, vesaire gibi teknik terimleri kullanarak yapacağınız bir yorum çok daha etkileyici olacaktır. Konuya kısa bir giriş yapalım. Dolar grafiğine bakın, yukarı doğru gidiyorsa “dolardaki yukarı yönlü hareket” diye lafa başlayın. Sonra doların son üç aydır (gündür, yıldır, kafanıza göre takılın) geçmediği bir seviye belirleyin. Mesela 2.8’i geçmemiş olsun. Tamam. Şimdi eğer dolar grafiği buraya yaklaşıyorsa, “dolar 2.8 bandını zorluyor” diye devam edebilirsiniz. Grafikteki tepe ve dip noktalarına isim verin. İki tepe varsa, ikili tepe formasyonu, üç varsa üçlü formasyon… Konuyu anladınız. Bu konuda yaratıcı olabilirsiniz. Mesela, görseldeki “kusan deve formasyonunu” görebiliyor musunuz?

1095252_0f28687fa819d767a71c76b6343f1fe6
Kusan Deve Formasyonu*

Grafiklerde bulduğunuz formasyonları daire içine alın. “Buradaki formasyon önemli” deyin. Eğer bir TV programındaysanız, ekrana yansıyan grafiğe yapmadığınızı bırakmayın. Çizgiler çekin, grafiklerin belirli noktalarına “zoom” yapın, bir şeyi gösterirken başka grafikler açıp kapatın. Eliniz kesinlikle boş durmasın. Sonuçta bir şey söylemeyeceksiniz. Söyleyeceğiniz şey mealen şu olacak:

“Dolar artarsa, artar; artmıyorsa ya azalacaktır ya da aynı kalacaktır.”

Bunu ne kadar süslerseniz, o kadar iyi. Bir şey söylememiş olmanıza rağmen, çok şey söylemiş olduğunuz izlenimini yaratmanız lazım. Çünkü piyasa yorumculuğu bunu gerektirir!

6 – Bütün bildiklerini birleştirin ve köşe yazınızı hazırlayın

İlk 4 adımda zaten piyasa yorumcusu oldunuz. 5. adım işin kreması. Şimdi kendinizi gösterme zamanı. Hemen bir köşe yazısı taslağı çıkarın. Bu hafta neler oldu? Not edin. Örnek vereyim. Varsayalım ki gazetelerden şunları öğrenmiş olun: Yağmur yağmış, milletvekilleri yemin etmiş, koalisyon tartışmaları devam ediyormuş, Yunanistan’da bir şeyler olmuş, ABD’de 0,2’lik daralma olmuş, Dolar/TL kuru oynakmış, meclis başkanı seçilecekmiş, ABD istihdam verisi gelecekmiş, kaya gazı ihalesi yapılacakmış, vb.

Şimdi, bunları gönlünüzce birleştirin. Her şeyin piyasaları etkilediğini unutmayın. Düşük cümleler kurmayı dert etmeyin. Bu, piyasa yorumculuğunun olmazsa olmazlarındandır. Şimdi bir deneme yapalım. Mesela, şöyle bir şey yazabilirsiniz:

“Haftaya yağmurun verdiği ferahlık ve milletvekili yeminleriyle başlarken, piyasaların koalisyon konusundaki temkinli tavrı ve dış piyasalarda Yunanistan faktörü dışında önemli bir belirsizlik olmamasının da etkisiyle, ABD’den gelen 0,2’lik daralma haberinin çalkantısını olağandışı bir şekilde hissettik. Dolar/TL’deki tatlı ekşi oynaklık sizi endişelendirmesin. Meclis başkanının seçilmesiyle daha da belirginleşecek olan koalisyon seçenekleri piyasaya yön vermeye devam ederken, piyasalar ABD’den gelecek açıklamalara ve Çin’deki gelişmelere odaklanıyor olacak. İstihdam verisini beklerken, kaya gazı ihalesindeki son pürüzlerin giderilmesi ve bakır ihracatındaki gelişmelere dikkat etmekte fayda var. Merkez Bankası’nın şahin görünümlü kumru pozisyonunu hükümet belli olana kadar bozması beklenmiyor. Avro-dolar paritesindeki çapraz yönlü hareket ciddi ekonomik kararları ertelemenize neden olabilir. Ancak, doların 2.8 bandını zorlaması güç görünüyor. Böyle bir yukarı yönlü hareket geldiği takdirde, paritenin bundan etkileneceğini öngörmek zor değil. Paritenin değişmemesi durumunda, TL’nin avro karşısında da değer kaybetmesi beklenebilir. Forex’te kaldıracın büyüsüne aldanıp aceleci hareket etmemekte fayda var. Malum yaz ayları.”

Oldu gibi. Tabii bu ham metin üzerinde biraz daha çalışmak gerekiyor ama mantık bu. Gerisini siz halledersiniz. Yorumunuzu tamamlayınca, dikkat etmeniz gereken son bir şey var. Yanlışlıkla bunu bir gazetenin astroloji sayfasına göndermeyin. Sayıların ve grafiklerin olduğu bir finans sayfasında yayınlanması lazım. Gerisini piyasalar halleder.

Kolay gelsin.


İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

 

Not.

* Görseli Twitter’da @BKBrianKelly paylaştı. https://goo.gl/9kr78f


Bu yazı daha önce 25.06.2015 tarihinde Business HT‘de yayınlanmıştır. 

2014 Nobel Ekonomi Ödülü’nden alınacak 7 ders

Jean_Tirole

2014 Nobel Ekonomi Ödülü’nü, Fransız iktisatçı Jean Tirole aldı. Ödül, Tirole’ün “piyasa gücü ve regülasyon” konularındaki katkıları nedeniyle verildi. Tirole’ün katkılarını kısa bir yazıda özetlemek neredeyse imkânsız. Bu sebeple, Tirole’ün iktisada katkı yaptığı alanları anlatmak yerine, Tirole’ün çalışmalarından çıkarabileceğimiz 7 temel dersi özetlemeye çalışacağım.

(1) Piyasalar her zaman etkin bir şekilde işlemez

Piyasalar, çoğu zaman iktisattaki tam rekabet idealinden oldukça uzaktır. Elektrik piyasası, taksi piyasası, telekomünikasyon piyasası gibi piyasalarda tam rekabet koşulları genellikle oluşmaz. Bazı piyasalara tek bir firma hâkimdir. Bazılarında az sayıda firma vardır. Diğer piyasalarda ise firmalar, birbirinin aynısı olan ürün ve hizmetler üretmez. Bunlara ek olarak enformasyon akışındaki aksaklıklar, firmaların üretim sürecinde çevreyi kirletmesi gibi dışsallıklar, sosyal fayda sağlayacak mal ve hizmetlerin serbest piyasada üretilmemesi gibi pek çok aksaklık nedeniyle gerçek piyasalar tam rekabet idealinden uzaklaşır. Jean Tirole’ün Nobel Ödülü’nü almasının nedenlerinden biri aksak rekabet koşullarını daha iyi anlamamıza yaptığı katkıdır.

(2) Aksak rekabet koşullarını anlamak önemlidir

Tıpkı tam rekabette olduğu gibi, aksak rekabetin olduğu piyasalarda da firmaların temel amacı (genellikle) daha fazla kâr elde etmektir. Ancak tam rekabetçi piyasalarda tüketicinin lehine işleyen bu kâr güdüsü, aksak rekabette tüketicinin aleyhine sonuçlar ortaya çıkarabilir. Tam rekabetin aksine, aksak rekabette firmaların piyasa gücü vardır. Mesela, fiyatları belirleyebilirler. Bu sayede, ürün ve hizmetlerini tam rekabete kıyasla çok daha yüksek fiyatlardan satabilirler. Dolayısıyla, bu piyasaların devlet tarafından düzenlenmesi, mesela devletin fiyatlara müdahale etmesi, sosyal faydayı arttırabilir. Devlet, taksimetre tarifesini, kredi kartı minimum ödeme oranını veya internet bağlantı ücretlerini belirlemek gibi müdahalelerle tüketici refahını arttırabilir veya piyasaların daha iyi işlemesini sağlayabilir. İktisat teorisi, tüketicilerin ve firmaların aksak rekabet koşullarında nasıl davranacağı inceleyerek, devletin bu piyasalara nasıl müdahale edebileceğini anlamamıza yardım eder. Jean Tirole’ün önemli bir katkısı, aksak piyasaların nasıl işlediğini daha iyi anlamamızı sağlamış ve bu piyasaların düzenlenebilmesi için gerekli teorik çerçeveyi kurmuş olmasıdır. Yani Jean Tirole, piyasa gücünü ve devlet düzenlemelerini (regülasyon) daha iyi anlamamızı sağladığı için Nobel’e layık görüldü.

(3) Devlet düzenlemeleri gereklidir ancak zordur

Jean Tirole, devlet düzenlemelerini tasarlamanın oldukça zor olduğunu da göstermiştir. Devletin veya düzenleyici kamu otoritelerinin işe yarar bir düzenleme yapabilmesi için piyasanın yapısı hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Ne var ki, düzenlemeye konu olacak firmalar çoğu zaman piyasanın işleyişi ve maliyetler konusunda devletten daha fazla bilgiye sahiptir. Gerek aksak işleyen piyasalar düzenlenirken, gerekse kamu ihaleleriyle özel firmalara iş verilirken, devlet bu enformasyon/bilgi eksikliği sorunu ile karşı karşıyadır. Jean Tirole’ün çalışmaları, bu sorunun önemini ve etkili bir devlet düzenlemesinin zorluğunu daha iyi kavramamızı sağlamıştır.

(4) Devlet düzenlemeleri piyasaya özgü olmalıdır

Devlet düzenlemelerinin zor olmasının önemli bir nedeni de her sektörün, her piyasanın farklı olmasıdır. Belirli bir piyasada düzenleme yapabilmek için bu piyasanın işleyişi ile ilgili detaylı bilgiye ihtiyaç vardır. Genel geçer ilkelerle piyasalara müdahale etmek her zaman mümkün değildir. Jean Tirole’ün çalışmaları özellikle bu vurguyu yaptığı için önemlidir ve Nobel ödülüne layık görülmüştür. Jean Tirole, telekomünikasyon piyasası ve finansal piyasalar gibi piyasalarla ilgili incelemelerinde devlet düzenlemelerinin başarısının piyasaya koşullarına ve bu piyasalardaki firma ve tüketicilerin davranışlarına bağlı olduğunu göstermiştir. Devlet düzenlemelerinin piyasaya özgü olması gerektiğini vurgulamıştır.

(5) Kötü devlet düzenlemeleri maliyetlidir

Piyasa koşulları ve piyasadaki aktörlerin müşevvikleri dikkate alınmadan yapılan düzenlemeler toplum için maliyetlidir. Devlet müdahaleleri iyi tasarlanmadığı takdirde, kamunun değil, belirli firmaların işine yarayan sonuçlar ortaya çıkarabilir ve sosyal faydayı azaltabilir. Jean Tirole, bu genel sonucu destekleyen pek çok çalışma yapmış ve bu türdeki pek çok çalışmaya katkı yapmıştır.

(6) Kötü devlet düzenlemeleri yolsuzluğa neden olabilir

Jean Tirole’ün Jean-Jacques Laffont ile birlikte yaptığı bir çalışma, sosyal faydayı amaçlayan yüksek devlet otoritesi, devlet düzenlemesine aracılık edecek düzenleyici kuruluş ve düzenlemeye tabii olan firma arasındaki ilişkiyi inceleyerek düzenleme tuzağı (regulatory capture) olarak anılan olguyu daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Firmaların piyasanın işleyişini ve maliyetleri devletten daha iyi bildiğini daha önce söylemiştim. Düzenleyici kuruluş da süreç içinde firmanın ve piyasanın yapısıyla ilgili detaylı bilgiye sahip olur. Her ikisi de piyasayı yüksek devlet otoritesinden daha iyi bildikleri için, düzenleyici kuruluş ve firma işbirliği yaparak yüksek devlet otoritesinden bilgi saklayabilir ve böylece enformasyon rantını paylaşabilirler. Örneğin hükümet, belediyelere ihale düzenleme veya denetleme yetkisi verdiğinde, belediye yetkilileri hükümetten bilgi saklayarak enformasyon rantını paylaşabilirler. Özetle, yüksek devlet otoritesinin düzenleyici kuruluşlara güvenmesi için bir sebep yoktur. Bu sorunu dikkate almayan devlet düzenlemeleri veya müdahaleleri, sosyal faydayı arttırmadığı gibi, bir tür yolsuzluk ilişkisine yol açarak toplumun refahını azaltabilir.

(7) Devletin amacı sosyal faydayı arttırmak olmalıdır

Jean Tirole, çalışmalarının çoğunda firmaların kâr peşinde koştuğunu ancak yüksek devlet otoritesinin sosyal faydayı arttırmayı amaçladığını varsayar. Tirole, devletinin bu amaca ulaşmasının zor olsa da mümkün olduğunu göstermiş ve bunun için gerekli teorik çerçeveyi sunmuştur. Sadece bunu yapmış olması bile Nobel’i hak ettiğinin bir kanıtı olarak düşünülebilir.

Yüksek devlet otoritesi, doğru mekanizmaları tasarlayarak, kamu ihalelerinin maliyetini düşürüp ürünlerin kalitesini arttırabilir, düzenleyici kuruluşların firmalarla işbirliği yapıp sosyal faydayı azaltmasını engelleyebilir, aksak rekabetin zararlarını azaltabilir ve özelleştirmelerin belirli çıkar gruplarına değil topluma hizmet etmesini sağlayabilir. Tüm bunların olması için, yüksek devlet otoritesinin sosyal faydayı arttırmayı amaçlıyor ve Jean Tirole gibi iktisatçıların söylediklerine kulak veriyor olması gerekir. Yüksek devlet otoritesi, kendi çıkarları peşinden koşarsa veya belirli çıkar gruplarına hizmet ederse, bunların hiçbiri olmaz. Nobel ödülünden alacağımız derslerin de bize hiçbir faydası kalmaz.


İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

 

Not: Jean Tirole’ün katkılarıyla ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenler için küçük bir okuma listesi hazırladım: Nobel Ekonomi Ödülü Okumaları


Bu yazı daha önce Wall Street Journal‘da yayınlanmıştır.


Görsel: Prix Nobel d’économie 2014

10 soruda GSYH’nın kısa ama şefkatli tarihi

Bu blogda daha önce yayınlanan “10 Soruda GSYH ile ilgili bilmek istedikleriniz!” başlıklı yazı, Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) ile ilgili bazı temel soruları cevaplamaya çalışıyordu. Ne var ki, o yazıda cevaplanmayan önemli bir soru vardı: GSYH kavramı nasıl ortaya çıktı, nasıl uyduruldu ve bunun bizim için önemi ne? Bu yazıda bu sorulara cevap vereceğiz.

1. GSYH’nın “uydurulmuş” bir kavram olması ne demek?

Diane Coyle, GDP (GSYH) başlıklı kitabında,* GSYH’nın “uydurulmuş” bir kavram olduğunu söylüyor. Ama bunu söylerken kötü bir şey ima etmiyor. Söylediği şu: Her iktisadi kavram gibi GSYH da iktisatçıların tanım ve varsayımları ile şekilleniyor. Bu önemli, çünkü GSYH’yı nasıl tanımladığımız, GSYH’nın ne kadar büyük olacağını, dolayısıyla bir ülkenin ne kadar zengin ve gelişmiş görüneceğini de belirliyor.* Tahmin edebileceğiniz gibi, bu sebeple, GSYH’nın tanımı siyasetten de bağımsız değil. Siyasetçilerin amaçları, GSYH’nın şekillenmesinde (uydurulmasında) önemli bir rol oynamış.

2. GSYH ne zaman uydurulmuş?

GSYH, pek çoğumuzun sandığından daha yeni bir kavram. Daha önce milli gelir hesaplama girişimleri olduysa da bildiğimiz anlamıyla GSYH, 1930’larda ortaya çıkmaya başlamış. Bugün kullandığımız GSYH tanımı, tarihteki iki önemli olayın etkisinde ortaya çıkmış: 1930’lardaki Büyük Ekonomik Bunalım ve 2. Dünya Savaşı. GSYH’nın neden bugün kullandığımız şekilde tanımlandığını (uydurulduğunu) anlayabilmek için GSYH’nın tarihine bakmak gerekiyor.

3. Peki öyleyse, GSYH hesaplama ihtiyacı nasıl doğmuş?

Dediğim gibi, milli gelir hesaplama çalışmaları daha önce de yapılmış ama Büyük Bunalım’la birlikte milli geliri tutarlı bir biçimde ölçme ihtiyacı artmış. Ekonomik bunalımın etkisiyle, “Ekonomik çöküşün boyutu nedir?”, “Bunalımdan çıkmak için neler yapmak lazım?” gibi soruları cevaplamak önem kazanmış. Ekonominin toplam büyüklüğünü ve yapısını gösteren istatistiklere talep artmış.

4. Bugün tanımladığımız haliyle GSYH’yı kim bulmuş?

Tek bir isim vermek zor, çünkü GSYH kavramının gelişmesinde pek çok iktisatçının payı var. Kuramsal olarak ekonominin dengesini ölçme fikri, François Quesnay’ın Tableau Economique (Ekonomi Tablosu) adlı eserine (1758’e) kadar geri götürülebilir.* Bu fikrin uygulamaya konması ve üretimin planlanması için bir girdi-çıktı tablosu oluşturulması ise 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde V. G. Groman ve P. I. Popov’un katkılarıyla gerçekleştiriliyor.* Daha sonra 1930’larda İngiltere’de Colin Clark ve ABD’de de Simon Kuznets milli gelir muhasebesine ve GSYH hesaplamasına önemli katkılar yapmışlar. Bu iki isim arasında, Kuznets biraz daha öne çıkıyor. Kuznets, 1934’de Kongre’ye sunduğu raporda ABD’nin milli gelirini hesaplamış ve milli gelirin 1929 ile 1932 arasında neredeyse yarı yarıya azaldığını göstermiş.* Colin Clark’ın öğrencisi olan Richard Stone ise çift kayıtlı muhasebe sistemini milli gelir hesaplarıyla buluşturmasıyla ve milli gelir hesaplamasındaki uluslararası standartların hazırlanmasına yaptığı katkılar ile tanınıyor. Her ne kadar, GSYH’yı şu kişi bulmuştur diyemesek de Simon Kuznets ve Richard Stone’un isimlerini hatırlamakta fayda var. Çünkü bu isimler GSYH’nın bugünkü şekliyle hesaplanmasına önemli katkılar yapmışlar. Kuznets’in milli gelirin hesaplanmasına yaptığı katkılar için 1971’de,* Stone’nun ise milli hesaplar sistemine yaptığı katkılar için 1984’de* Nobel Ödülü aldığını da hatırlatayım.

Simon Kuznets’in GSYH’nın tarihi açısından ayrı bir önemi var. Çünkü Kuznets, milli gelirin ve GSYH’nın, refahı ölçmesi gerektiğini savunmuş. Ne var ki, 2. Dünya Savaşı sırasında iktisatçılar ve politikacılar, refahın değil, her türlü üretimin değerinin ölçülmesinin daha uygun olduğuna karar vermişler.

5. GSYH’nın neyi ölçmesi gerektiğine nasıl karar verilmiş?

Dünya Savaşı’ndan önce tanımlandığı şekliyle milli gelir veya GSYH, savaş harcamalarının, özel tüketimi azalttığını dolayısıyla da ekonomiyi küçülten bir etkiye sahip olduğunu varsayıyormuş. ABD’nin Avrupa’da savaşa dâhil olmasıyla birlikte, ülkenin kıt kaynakları savaş ihtiyaçlarının üretilmesi için kullanılmaya başlanmış. Yani sivillerin refahını arttırmak için kullanılabilecek kıt kaynaklar, askeri üretim için tahsis edilmiş. Bu gelişmelerle birlikte iki soru da önem kazanmış: (a) Savaş harcamaları nasıl karşılanacak? (b) Savaş harcamaları ekonomiye nasıl etki ediyor? Bu sorulara cevap verebilmek için savaş için yapılan üretimin ve savaş harcamalarının ölçülmesi gereği doğmuş. Tabii, milli gelirin veya GSYH’nın neyi ölçmesi gerektiği tartışmaları da hararetlenmiş.

Bu tartışmaların boyutu ve önemi, dönemin ABD Ticaret Bakanlığı Milli Gelir bölümü şefi Milton Gilbert’in 1942’de yayınladığı “Savaş Harcamaları ve Milli Üretim” başlıklı makalede kolaylıkla görülebilir. Gilbert, Pearl Harbor sonrası artan savaş harcamalarının, iktisadi faaliyetleri büyük bir ölçüde arttırdığını düşünüyormuş. Bu sebeple, bu harcamaların milli gelir hesabında dikkate alınmamasını eleştirmiş. Mealen demiş ki, “milli gelirin bu şekilde hesaplanması, iktisadi faaliyetlerin gerçek karakterini göstermez ve ekonomi politikasını uygun bir şekilde yönlendiremez.”* Bu katkısı nedeniyle, Milton Gilbert’i de GSYH’ya yön veren iktisatçılar listesine ekleyebiliriz.

6. Yani, savaş ekonomisi GSYH’ya son halini vermiş, öyle mi?

Öyle. 1942’de yayınlanan ABD Gayrı Safi Milli Hasıla (GSMH) istatistikleri savunma ve savaş harcamalarını içerecek şekilde hazırlanmış. Simon Kuznets milli gelirin bu şekilde hesaplanmasına itiraz etmiş ve bu yaklaşımı eleştirmiş. Ne var ki, tartışmada kaybeden taraf Kuznets olmuş. Özetle GSYH, refahı arttırıp arttırmadığına bakılmadan, tüm üretim faaliyetlerini ölçen bir kavram olarak yerleşmiş.*

7. Peki ya Kuznets kazansaydı?

Eğer tartışmayı Kuznets kazansaydı, belki de bugün siyasetçiler miting konuşmalarında, TOKİ konutlarını, duble yolları veya kamunun harcadığı “katrilyonları” falan değil, insanların refahını, mutluluğunu ve özgürlüğünü konuşuyor olacaktı! 2023’te en büyük ilk on ekonomiden biri olmak, savaş gemisi yapmak, milli tank üretmek, savunma sanayini geliştirmek ve çılgınca projeleri hayata geçirmek gibi hedeflerimizi bir de bu bağlamda değerlendirmekte fayda var.

8. Siyaset ve savaş GSYH tanımını, GSYH tanımı da ekonomi politikalarını şekillendirmiş, öyle mi?

Biraz öyle. Diane Coyle’ya göre, Kuznets’in bu tartışmayı kaybetmesi, GSYH hesaplamaları için bir dönüm noktası olduğu kadar, ekonomi politikaları açısından da bir dönüm noktası olarak kabul edilmeli.* Eğer kamu harcamaları GSMH ve GSYH hesaplamalarına bu şekilde girmeseymiş, kamu harcamalarıyla iktisadi büyüme sağlanabileceği fikri de hızlı bir şekilde gelişmeyebilirdi. GSYH’nın tanımı, kamunun ekonomide oynayacağı rolün büyük ölçüde belirlenmesine sebep olmuş. Bugün ekonomiyle ilgili raporlarda “büyümenin ana kaynağı kamu harcamaları oldu” diye bir şey okuduğumuzda bunu yadırgamıyoruz. Ama aslında GSYH’nın tarihini hatırlayıp, kamu harcamalarının refah arttıran bir büyümeye yol açıp açmadığı sorusunu aklımızda tutmamızda fayda var. Tabii gelir dağılımını bozan veya refahı azaltan kamu harcamalarıyla ve politikalarıyla “büyümek” istemiyorsak.

9. Her şey iyi güzel de bütün iktisat kavramları “uydurulmuş” değil mi?

Evet. GSYH da bütün diğer iktisat kavramları gibi iktisatçıların tanımladığı ve uydurduğu bir şey. Ancak, politikacılar GSYH’yı fetiş seviyesinde sevdikleri için, bu kavramın kapsamı, sınırları ve eksiklikleri pek çok diğer kavramınkinden daha önemli. “Uydurduğumuz” GSYH kavramı, ekonomi politikalarını ve dolayısıyla da günlük hayatımızı derinden etkiliyor. Gündemdeki faiz tartışmalarını düşünün. Amacımız ne olmalı? Kısa dönemde GSYH’yı arttırmak mı, yoksa uzun dönemde refahımızı arttıracak istikrarlı bir kalkınma sağlamak mı? Faizlerle oynayarak kısa dönemde GSYH’yı arttırmak isteyen siyasetçileri destekleyip desteklemeyeceğinize kadar vermeden önce, bu politika tercihinin refahınızı nasıl etkileyeceğini bilmek istemez miydiniz? Ekonomi dünyası, 2. Dünya Savaşı sırasında şekillenen bir kavram olan GSYH’ya bu kadar odaklanmış olmasaydı, belki de ekonomi politikalarının refah etkilerini daha fazla tartışıyor olurduk. Her şeye rağmen, en azından “uydurduğumuz” bu kavramın sınırlarını ve eksikliklerini bilerek hareket edebiliriz. GSYH bir amaç değil, bir gösterge. Neyi gösterdiğini bilirsek, “uydurulmuş” olmasının fazla bir önemi kalmaz.

10. Bu konuda daha çok okumak isteyenler için bir önerin var mı?

GSYH ile ilgili bu temel soruların cevaplarını vatandaşlık bilgisi kapsamında değerlendirmemiz gerekiyor, çünkü GSYH hayatımızı etkileyen ekonomi politikalarına yön veren bir kavram. Bugüne kadar GSYH ile ilgili sayısız kitap, rapor ve teknik doküman yayınlandı. Ancak, bu yayınlardaki teknik detaylar iktisatçı olmayanların konuya ilgisiz kalmasına neden oluyordu. Üstelik, bu yayınların neredeyse tamamı çok sıkıcıydı. İşi gereği GSYH ile uğraşmayanların, zaman ayırıp da okuyacağı şeyler değildi. Princeton Üniversitesi, 2014 başında yayınladığı bir kitapla bu durumu değiştirdi. Artık, hemen herkesin sıkılmadan okuyabileceği bir GSYH kitabı var: GDP: A Brief But Affectionate History (GSYH’nin kısa ama şefkatli tarihi).* Kitabın yazarı, Diane Coyle. Ben de bu yazıyı yazarken büyük ölçüde Diane Coyle’nin kitabından faydalandım. Hararetle tavsiye ederim.

Eğer okumadıysanız, daha önce yayınlanan “10 Soruda GSYH ile ilgili bilmek istedikleriniz!” başlıklı yazıyı da okuyabilirsiniz.

İktisat Nedir?
İktisat Nedir?
İktisat Üzerine Söyleşiler
İletişim Yayınları
N. Emrah Aydınonat

İkinci el oto alırken dikkat edilecekler, Victoria’s Secret, idam cezası, Buridan’ın eşeği, Fayda Fidayda, diğerkâmlık, büzüşen beyinler, oral seks ve para… Hepsi ve daha fazlası…

N. Emrah Aydınonat (Derleyen), Ü. Barış Urhan (Derleyen)

Birçok kişinin korkulu rüyası haline gelen kredi kartı borçlarıyla nasıl baş edilebilir? Hiç kullanılmayan dakikalara ve mesajlara yüklüce ücretlerin ödeneceği telefon tarifeleri her şeye rağmen neden seçiliyor? “Pazarlık yapma” halinin içinde nasıl bir iktisat yatıyor ve pazarlık yaparken nelere dikkat edilmeli? Hayatın İçindeki İktisat, iktisadi davranışlara farklı bir bakış sunmayı amaçlayan sorulardan yola çıkan makalelerden oluşuyor. Bir yandan modern insanın arızalarının bir kısmını daha yakından tanımayı ve bunların iktisadi sonuçlarını incelemeyi hedeflerken, bir yandan da iktisadın nasıl bir bilim olduğuna dair yerleşik fikirleri değiştirecek çalışmalara dayanıyor.

 

Not: Bu yazı daha önce Wall Street Journal Türkiye’de yayınlanmıştır.